Yeni kentleri inşa ederken modernleşen kentin gelenekle bağının olmaması gerektiği gibi bir duyguya kapıldık ve buralarda geleneğin hiçbir şeyini geleceğe taşıma gereğini duymadık.
Kenti kurgulayanlar, modernite ve sanayiye dayalı kentleşme bizde başlamadığına göre çağdaş kentin inşasında yararlanabileceğimiz hiçbir değer veya imkân geleneksel ortamlarda mevcut değildir diye düşündüler. Mimaride Cumhuriyetin ilk yıllarında gösterdiğimiz sınırlı hassasiyeti ise, pek çok sosyal, ekonomik ve eğitimsel nedene bağlı olarak hızlı sanayileşme döneminde büsbütün kaybettik.
Betonu ve demiri keşfeden (!) müteahhitlik firmaları, inşaat mühendisliği, mimarlık ve şehircilik eğitiminin bu yönde gelişmesini teşvik ettiler. Bu teşvik ve öncülük ise, şehirlerimizin bugünkü görünümlerinin başlıca sebebi ve sonucu olarak gösterilebilir.
Birikimleri kuşaktan kuşağa aktarılamayan, mesleki eğitim kurumlarının içinde kendine yer bulamayan taş, toprak ve ağaç  ustaları ise bu süreçte ne tamir ne de inşa amaçlı olarak kendilerine yer bulabildi. En küçüğünden en büyüğüne bütün müteahhitlik firmalarının beton ve demirle  dikey, seri ve ucuz bina üretmeyi öğrenmelerinden sonra taş, toprak ve ağaç kullanılarak üretilmiş hiçbir kentsel, anıtsal ve sanatsal yapı ortaya konulamadı.  Böylece taşın, tuğlanın ve ahşabın güzelliğini, kıymetini ve yararını gören, gösteren, okuyan, okutan, bilen, yapan kimse kalmadı. Oysa geçmişte taş, toprak ve ağaç, birlikte veya ayrı ayrı  -örneğin Mimar Sinan veya adı sanı unutulmuş diğerleri gibi- geleneğin ustalarının elinde ne kadar çok tarihî esere estetik değer kazandırmış, onları kimliklendirmişti.
Dünyanın pek çok yerinde hâlâ taş, tuğla ve ahşap yeni çağın ihtiyaçlarına göre başarıyla kullanılabilmekte ve çağa uygun olarak tasarlanan yapılar, birer sanat eseri olarak inşa edilebilmektedir. Bizde bırakın yeninin inşasını, eskinin tamiri ve "restorasyonu" için bile usta ve malzeme temininde ciddi güçlük çekilmektedir.
Yeni kent kurgusunda geleneğin ustaları horlanırken, onların "usta-çırak ilişkisi" içinde öğrendikleri bütün bilgiler "demode" ilan edildi. O bilgiler ne meslek lise ve yüksek okullarında ne de mimarlık ve mühendislik fakültelerinde okutuldu. Geleneksel bilgi sisteminin paha biçilmez deneyimleri, kendilerine ve mesleklerine rağbet olmadığı için çırak yetiştiremeyen, hayata küsen ve köşesine çekilen ustalarla birlikte yok olup gitti. O ustalar ve o bilgilerle birlikte yaptıkları evler, konaklar, binalar da hayata küstü. Çoğu modernite meraklısı kent plancıları veya sahiplerince yıkıldı veya terk edildi. Bir kısmı tarihî eser olarak "tescilli" bina yapıldı ama kullanım biçimi olarak "tinerci" mekânına dönüştü.
Samanla toprağın uyumunun ortaya çıkardığı -bir anlamda- kırsal tuğla diyebileceğimiz kerpiç ise, büsbütün hayatımızdan çıktı. Oysa kerpiç, hem çevreci hem de oldukça ucuz bir inşaat malzemesiydi. Diğer yandan kalın kerpiç duvarlar kışın soğuğu, yazın da sıcağı içeri geçirmezdi. Bir bakıma doğal izolasyon ve doğal klima idi.  Şimdi onu da ne bilen kaldı ne de itibar eden.
Oysa bütün inşaatlar gökdelen değil ki, bir bağ evinde, bir yayla evinde, bir kır evinde, mütevazı bir mahalle apartmanında, villa denilen müstakil evlerde  veya kentin güzel ve mutena kamu, şirket, sanat veya daha başka turistik inşaatlarında taş, tuğla, kerpiç ve ahşap pekâlâ kullanılabilirdi.
Her alanda olduğu gibi kent planlama, inşaat ve mimaride geleneksel bilgi sistemlerinden nasıl yararlanılabileceği mutlaka mesleki eğitimin bir parçası hâline getirilmeli, geleneğin ustalarının bilgi ve deneyimlerinden yeni kentsel tasarımlarda yararlanmanın yol ve yöntemleri bulunmalıdır.