Ben aslında kendi halinde, etliye sütlüye karışmadan ofis işleriyle hayatımı idame ettirmeye çalışan biriyken, patronun aniden başıma dikilip, istersen sen bir de köşe yaz, demesi elbette ki bende gördüğü yüksek istidadın, kimseye fayda sağlamaksızın heba olup gitmesine gönlünün razı olmamasındandı. Kırk yıllık basın duayeninin bendeki bu ışığı -biraz geç de olsa- görmesi beni gururlandırırken, arkadaşların,  kameradan boş boş internette gezdiğini görmüyor mu sanıyorsun seni çalıştırmanın yolunu arıyor, manasına gelen istihza dolu bakışlarını görmezden gelip büyük bir gazeteci adayı olarak adlarını defterime yazdım ve not alanlar kervanına ben de katılmış oldum.
 Henüz ilk yazı olması hasebiyle yüksek fikirlerimi aniden zerk edip doz aşımı yaşatmak istemediğim için insanlık mirasına katkılarımı peyderpey yapmayı düşünüyorum sayın okur. Ama bir yandan da içimde uhde kalmış bazı söz ve anlam sanatlarını icra etmemek için de kendimi zor tutuyorum. Doksanlı yıllarda şimdi ki gibi üç sayısından birinin kapağına Nazım koyarak kolay yoldan para kazanmayı düşünmeyen gerçek dergiler de çıkardı. Bunların bazı yazılarının başlığını, şimdi modası geçen ‘’ya da’’ bağlacıyla birleştirilmiş iki söz öbeğinin oluşturduğu karizmatik serlevhalar süslerdi. Farz-ı muhal  ’’Üçüncü köprünün eko-sistem açısından değerlendirilmesi ya da bir alaturka saz semaisinde keman olmak’’ işte bu başlıklardan birine maruz kalarak yazıyı okumaya başlayanlar, kroki durumda sallanan bir boksör gibi dergiyi ellerinde titretmeden tutamayıp adeta ringin köşesinde duran kanepeye boylu boyunca yatarak eşlerinin ellerindeki havluyu, Cem Yılmaz’ın Vizontele’de mendille oynadığı gibi yüzlerine yüzlerine sallaması sayesinde son satıra gelebiliyorlardı. Şimdi ben de ‘yapay zekayla robotlar insanlaşırken, insanların robot gibi olması ya da Lost gerçekten çok mu bozmuştu?’’ Bunun gibi bir başlığı iliştirseydim yukarıya sen buralara kadar zor gelirdin sayın okur hiç kusura bakma.
Eski yazarlar ‘ben’ demekten imtina ettikleri için onun yerine ‘bu satırların yazarı’ ‘bu fakir’ gibi tanımlara yer veriyorlardı. Bu satırların yazarı olarak geriye dönüp bakıyorum da ilk cümlenin başında kocaman bir ben oturmuş bu fakire el sallıyor. İlk düğme yanlış iliklendi gibi olsa da bu topraklarda kervan yolda düzülür. Patron da el salladığına göre çayı tazelenecek. Çalışanına köşe verirsen çayını kendin doldurursun lafını duymamış galiba.