Genellikle sulu yiyecekleri veya taneli gıdaları derince bir kaptan alarak ağza götürülmesine yarayan araçlara kaşık adı verilir.

 Genellikle sulu yiyecekleri veya taneli gıdaları derince bir kaptan alarak ağza götürülmesine yarayan araçlara kaşık adı verilir. Çok eski bir Türkçe kelime olduğundan kuşku duy madığımız kaşık uzunca bir sapı ve bunun bir ucunda, yenecek gıdaları içine alabilmeye elverişli, avuç biçiminde içbükey kısmı ve bunun da hafifçe sivriltilmiş ağız bölümü vardır. Gıda türlerine göre yöreden yöreye tipleri, sap uzunlukları ve ham maddesi değişmekle beraber, tahtadan yapılanlar daha çok kulanılmıştır. Sanayi ürünlerinin gelişmesi ve teknolojinin kolaylaşması, tahta kaşıkların yerini metal kaşıklara bırak masına yol açmıştır.İnsanlığın çok eski çağlarından beri kullanageldiği kaşıkların ilk örnekleri İsviçre’de göller bölgesinde veya eski Mısırlılarda görülmüştür. Bunlar arasında tapınaklarda kutsal su veya koku- ların serpiştirilmesinde kullanılmış olanlan, ince bir zevkle yapılıp işlenmiştir.Eski Türkler’de kaşığın tahtadan veya kemikten yapıldığı bilinmektedir. Ancak büyük kepçeler, kahve veya muhallebi, keşkül gibi tatlıların kaşıkları madenden yapılmıştır. Türkiye’de zengin yemek takımları içinde, gıda türlerine göre birçok kaşık cinsi bulunmaktaydı. Sözgelimi, çorba, pilav, hoşaf, asıl yemek, tatlı, muhallebi, kavurma, kahve kaşıkları birbirinden farklı olup ayrıca süs için yapılan özel işlemeli kaşıklar da vardır.Kaşık yapmak basit bir ağaç parçasını oymaktan ibaret bir iş değildir. Bunun dengeli olması, sapının ve ağız bölümlerinin uyumlu görünmesi gerekirdi. Bir ata sözümüz bunu şöyle belirtmektedir: “Herkes veya her usta kaşık yapar, ama sapını ortaya getiremez.”İlk yemek kaplan ve kaşıkları topraktan yapılmış, pişirilmiş, ve kullanılmıştır. Ancak pişmiş toprağın dayanıksız oluşu yüzünden işlenmesi daha zor olan ağaçlar kullanılmaya başlanmıştır. Tahtanın işlenmesi, oyulması, cilalanması, hatta sapının boyanıp süslenmesi, yemek yeme işinin zevkli bir iş biçimine dönüşmesini sağlamıştır. İnce bir estetik duygusunun eseri olan güzel kaşıkların, bugün bile bazı evlerde duvarları süslediğini, camekanlı dolaplarda saklandığını biliyoruz.Türkiye’de en iyi, sağlam ve güzel kaşıkların Kastamonu, Tokat ve Konya başta olmak üzere bunlara yakın illerde yapıldığı bilinmektedir. İstanbul’da da bağa, sedef veya başka maddelerden de kaşık yapan ustalar bulunuyordu. Beğenilen ve uzun zaman dayanan kaşıkların şimşir ağacından yapıldığı da bilinen bir gerçektir.Kaşık kelimesinin Türkçemizde farklı anlamlarda kullanıldığı yerler arasında deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri, mani ve türküleri gördüğümüz gibi, bazı inanç uygulamalarında da kaşık yer almaktadır. Ancak en çok kullanıldığı bölgeler arasında Orta Anadolu illeri, kaşığı bir halk oyunu aracı olarak kullandıkları için, en başta yer alırlar. Bu bölgedeki halk oyunlarında ustalıkla kullanılan bir ritm veya tempo aracıdır ve çok önemli bir rolü üstlenmiş olarak değerlendirilir.
Kaşığın halk oyunlarında kullanılmasının ne kadar eski oldu ğuna dair elimizde antik çağlardan kalan bulgular ve bilgiler bu lunmaktadır. Ancak bu ritm aracının yayıldığı bölgelerin Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kalan Güneydoğu ve Balkan toprakları ile yine Türklerin oturduğu Türkistan haritası, bunun tamamen Türklere ait bir halk oyunu aracı olduğunu ortaya koymaktadır. Akdeniz ülkelerinde görülen ve avuç içinde, parmaklar arasında sabitleştirilen ziller veya bir başka ritm aracı çalparalar, Türkler arasında kaşık kadar sevilmiş ve dolayısıyla yaygınlık kazanmıştır.Eski Türkçede kaşığa benzer bir fonksiyon üstlenmiş olan başka bir ritm aracı vardır. Kaşgarlı Mahmud’un 1070 yılında yazdığı Divan ii Lügat-it Türk adlı eserinde çenk veya çang, düğünlerde veya eğlence toplantılarında oyuna kalkan kadın veya cariyelerin parmakları arasında birbirine vurarak müziğe uygun düşen sesleri çıkaran bir ritm aracıdır. Bunu parmaklarına takıp oynayanlara da çengi denirdi. 15. yüzyıl ortalarına ait bir eser olan Tarih-i Ebülfetih’te bir düğündeki oyun meciisinden söz edilirken, rakkase cariyelerin çenge çenk vurdukları biçiminde geçen cümleden ellerindeki çenkleri birbirine çarparak ses çıkarttıklarını anlamamız kolaylaşıyor.Halk oyunlarının önemli bir bölümünde rol oynayan ka dınların bazılarının çengi olduğuna ve bundan da genellikle çin gene kadınların anlaşıldığını söylemek gerek... Hüseyin Kazım Kadri dört ciltlik Büyük Türk Sözlüğü’nde Çingene kızı ile çengi kızı terimlerinin aynı anlamı taşıdıklarına dair not düşmüştür Böylece çengilerin daha çok Çingene kadınları olduğu anla tılmak istenmiştir.Kaşıklı oyunlar ise Anadolu’da hem kadınlar, hem de erkek ler arasında yaygınlık kazanmıştır. Çengilerin kısa zilleri par maklara geçirilirken veya parmaklar arasında sabitlenirken, ka şıklar ağız kısımları avuç içine gelecek biçimde, sapları parmaklar arasın da, sırtları birbirine dönük olarak tutulurlar. Kaşığın biri ters çevrilerek avuç içine, ayaya bakacak biçimde sabitleştirilirken, diğeri buna ters olarak ve hareketini sınırlamayacak şekilde tam üstüne yerleştirilir. Böylece ağzı açık, yani dışa bakan kaşığın parmaklann yardımıyla yaptığı her hareket, altta kapalı duran kaşığa her vuruş, tok bir sesin çıkmasına yol açar. Kaşığın yapıldığı ağacın cinsine göre bu çıkan ses rengi de farklı olur. Her iki elde de, oyunlardaki tempoya uygun ses çıkaran kaşıkların yanı sıra, bazen oturulan yerde de kaşıkla ritm belirtmek isteyen kişi, dizinin üstünde iki kaşığı birbirine çarparak da ses çıkartır ve oyuna böylece katkı sağlar.
Anadolu’da kaşıklı oyunlara rastlanılan şehirler arasında Bilecik, Bolu, Kastamonu, Ankara, Kırşehir, Niğde, Eskişehir, Konya, Karaman ve İçe! illeri en ünlüleri olarak bilinmektedir. Ancak bu illerin yanı sıra başka illerde de kaşık, diğer enstrümanlarla birlikte çalgı topluluğu içinde yerini alır.Sözgelimi; Kütahya, Zonguldak, Bursa, Afyon, Burdur, Denizli, Antalya, Balıkesir, Çankırı, Çanakkale, vd. illerde halk oyunlarına eşlik eden çalgı topluluğunda kaşıklara da yer verilir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta, kültür ögelerinin herhangi bir sınır tanımaksızın oradan oraya geçmesi hususudur. Büyük coğrafyalarda karşılarına çıkan önemli doğal engelleri bile zamanla aşmasını becerebilen kültür ögeleri çok değişik yer lerde aynen veya benzer biçim, yapı ve anlamlarda bulunabilir.
Dolayısıyla insan hayatında önemli bir yeri olan kaşık, yukarıda sayılan illerin siyasi sınırlarının dışında da, hem oyun aracı, hem de saz topluluğunda ritme yardımcı olarak kullanıla gelmiştir. Hatta Türkiye dışına taşmış, Balkan milletleri arasında da kendine bir yer bulmuştur. Doğuda ise İran’da ve nihayet Orta Asya’daki Türk toplulukları tarafından da aynı amaçlı kullanıldığı bilinmektedir.Kaşıklı oyunların Türkler arasında sevilip yaygınlaşmasını, ritme veya tempoya karşı duyulan ilgi olarak açıklamamız mümkündür. Ritm tutkusu da diyebileceğimiz bu sevgi cinsiyet ayrımı yapılmaksızın hemen hepimizde vardır. Vurmalı çalgı ların, sözgelimi, davulun veya darbukanın çalındığı yerlerde, insanımızın kanı kaynamağa başlar, heyecan ve coşku giderek artar. Bir zamanlar ve günümüzde bile ayrılmaz ikili olarak görülen davul-zurna, Türk insanının vazgeçemeyeceği iki çalgıdır. Genellikle zurna çalana eşlik edip tempo tutan davulcu, bazen coşar, heyecanlanır, kendinden geçer ve olağanüstü hareketlerini davulunu çalarken de gerçekleştirir.
Aynı coşkuyu ve heye canı zurna da yansıtır. Çığlık çığlığa feryat eden zurnanın tiz sesleri din leyenlerin yüreğinden bir şeyler koparır götürür. Türkü sözlerinin anlam larını daha da vurgulayan, zurnanın ağır ve pes ses leridir. Ağırdan alışının altında dert, üzüntü ve sıkıntıları pay laşma bir yandan, teselli edip avutmak öte yandan, yatmaktadır. Zurna çalan kendinden geçercesine avurdunu şişirip üfledi ğinde, tabiat gibi insanlar da koyu bir sessizliğe gömülür; feryadın, çığlığın bitmesini bekler, ondan sonra başlayan tempolu, hareketli hava eşliğinde dertlerini unutup oynamaya, halay çekmeğe başlayıverirler.Günümüzde giderek beğenilen ve bu beğenilmeye paralel ortaya çıkan bazı çalgı gruplarının sadece vurmalı sazlardan oluştuğunu ve yalnızca ritmli parçalar icra ettiklerini gör mekteyiz. Türk halkının ritm duygusunun çok yüksek olması, ritme kulak olarak, ses olarak küçük yaşlardan itibaren aşina bulunması, bu çalgı gruplarının büyük bir ilgi görmesine yoi açmıştır. Hele bu vuruşların, eski deyimiyle velveleli icra edilmesi, davulda olsun, kudümde olsun, darbukada olsun, önemini ve değerini bir kat daha artırır.
Anadolu kadını elinin hemen altındaki sahanını, kapağını, tenceresini, tavasını, tepsisini elinde binbir hünerle çalgı niyetine kullanır; kafasındaki, yüreğindeki ritmleri hemen oracıkta ortaya döküp oyunculara yol yordam gösterir ve öğretir. Hele elinde bu iş için özel olarak hazırlanmış kaşıklar varsa, ritm ezgiyle birlikte cana can katacak biçimde insan larımızı yerinden kaldırır, oyun alanına konduruverir.Erkek oyuncular ellerinde kısa saplı, sapma kordon, kaytan, ibrişim vb. geçirilmiş kaşıklarla oyuna kalktığında, ağır ağır başlayan oyunlarında, onların çevreye hakimiyetlerini; söze ve müziğe sevgisini, saygısını; oyun ekibindeki arkadaşlarıyla olan uyumunu ve beraberliğini görmemek mümkün değildir. Diz bükenler, kol ve bilek kıvırmalar, gövdeyi sağa-sola veya öne arkaya yaylandırmalar; birden dönüvermeler kaşıklı oyunların hem göze, hem kulağa ve hem de kalbe işleyen muhteşem ve heybetli tavırlarıdır, hareketleridir.
Sözgelimi, Söğüt (Bilecik) erkek oyunlarında bu heybetli duruşları, dönüşleri, bakışları, vuruşları görüp duyunca; Söğüt’ten çevre illere yayılıp kaleleri fethederek Osmanlı İmparatorluğu ‘nu yaratan kahramanların hangi yüce duygularla dolu olduğunu anlayıp kavramak, çok kolay olmaktadır. Bu davranış ve tavır biçimi, yüzlerce yıllık bir geçmişin ışık demetlerini günümüze taşıyan ve yansıtan birer anıtsal ifade olarak düşünülebilir.Ritm konusunda çalışmalar yapan araştırmacıların veya bizzat vurmalı çalgı gruplarında uygulama yapanların birleştikleri önemli bir nokta, Türk ritmlerinin olağan üstü detaylara sahip bulunmasıdır. İşte, bütün bu detaylar gerek oyunlara eşlik ederken, gerek sadece saz olarak çalınırken, çalan kişinin bilgisine, yeteneğine, becerisine ve zevkine bağlı bir canlılığı ortaya koyar.
Çalgı topluluğu içinde diğer sazların hafif hafif ses vermesi sırasında, sessizce durup bekleyen kaşıklar, havayı yoklayıp en gerekli yerde tok sesleriyle tıkır tıkır tempoyu duyurmağa başlar. Kaşık çalanlar ise birbirlerini kollayıp, uyum içinde bir tempo tutturarak oyunda egemenliklerini hissettirirler. Oynarken kaşık çalanlar ise, hem ellerindeki kaşıkları, hem kollarını ve bunlara uyumlu olarak ayaklarını, dizlerini ve gövdelerini hareket ettirir, güzel kompozisyonları birlikte meydana çıkarırlar. Oyun içinde daha önceden düşünülmemiş, plânlanmış,  doğmaca figür ve hareketlerin eksik olmadığı da bilinmektedir.Oyuncu kaşıklarıyla birlikte bir varlık bütünlüğü içinde erimiş, bir tür vecde veya transa girmiş vaziyette, içinden geldiği gibi, bütün hünerlerini gösterir. Onu ve onun bu tür aniden ortaya çıkan hareketlerini dikkatle gözleyen çırakları veya diğer oyuncular, bunu anlamaya ve sonra da taklit ederek öğrenmeye çalışırlar. Özellikle erkeklerin oynadığı kaşıklı oyunların bu kendine has tavrı, kuşaktan kuşağa aktarılır.
Kaşıklı oyunlar günümüzde de beğenilen, sevilerek oynanan oyunlardandır. Hem ellerdeki kaşıkları müziği bozmayacak biçimde tutup çalmak, hem de belirlenmiş olan hareketlerle diğer oyuncuların uyumuna ayak uydurmak, başlangıçta bir hayli zor görünür, ama ritm duygusu iyi olanlar, kulağı sesleri ve oyun ritmini algılayıp uygulayabilecek olanlar, bu kaşıklı oyunlarda başarılı sayılırlar. Ankara, Kırşehir, İçel gibi illerdeki kaşıklı oyunların eski gelenekleri ve oyun güzelliğini günümüze getiren hareketli oyunları, atadan oğula aktarıla aktarıla daha uzun yıllar, sevgiyle, heyecanla ve başarıyla yaşatılacaktır