Oldum olası mezarlık ziyaretlerini sevmem ama fırsat yarattıkça da erken yaşta ölen babamın ve benden önce ölen erkek kardeşimin mezarlarına uğrayıp anarım onları.

Hoş, anmak için ille de mezara uğramak gerekmez, bunun bilincindeyim ama nedense her bayram ya da her fırsatta gitmeyi alışkanlık hâline getirememişim. Önünden arabayla geçerken bile bildiğim bir iki duayı hızlı hızlı okurum gözümü yoldan ayırmadan.
Size çok garip gelecek ama mezarlığa girip de o ıssızlık ve sessizlikte yürürken sanki orası ölüm kokuyor gibi gelir bana, böyle garip bir duygu.
Zaten her ikisi de iki kişilik bir yerde yan yana yatıyorlar. Annem de ölünce onların üstüne gömülmeyi istiyor. Bana kalırsa benim hiç acelem yok, zaten bana soran da yok (!)
Aslında mezarlıkların o uhrevi havası sanki insanın ruhunu soğutuyor, rahatlatıyor. Gökyüzüne meydan okuyor gibi hafif de olsa salınan o ağaçların ve o ortamın havasını seviyorum bir bakıma. Çok fazla dua bilmem. Bir türlü de öğrenmek gelmedi içimden. Annemden öğrendiğim bir iki duayı ediyorum. Aslında sevmeyişimin nedeninin altında yatan,  Türkçe olmayışları.
Yıllar önce, Ege’de yaşadığım dönemde, eşimle çıktığımız bir Bodrum yolculuğunda, oradaki bir mezara düştü yolumuz.
Eşimin, Bodrum’da yalnız yaşayan bir bayan arkadaşı, kötü bir olay yaşayarak bir hırsız tarafından öldürülmüş birkaç yıl önce. Eşim “Hazır buraya kadar gelmişken bir de onun mezarını ziyaret edelim.” dedi.
Eşim, mezarının gömüldüğü yeri polisten öğrenmiş defnedildiğinde. Elimizle koymuş gibi bulduk mezarı.
Eşim mezarın başında dua ederken ben de biraz ötede, mezar taşlarının yöresinde, uygun bir boşlukta oturmasam da, yere çömeldim. Bir gece önceden çok yoğun, sıkı bir yağmur yağmış. Toprak taş gibi sert değil ama güneş ışınlarının arasında beyaz iplikçikler kaynıyor sanki yukarıya doğru. Kaynayan bir sudan yukarı uzanan ipler gibi. Toprak nemini atmak istiyor kızgın güneşte kaynar kazan gibi.
İşte o an ya bana öyle geldi ya da öyle düşündüm. Birden başım döner, içim bulanır gibi oldu. Midem bulanmaya başladı aldığım kokudan. Elimde olmadan doğrulup ayağa kalkarken “Ölülerin kokusu bu mu yoksa?” mırıldandım kendi kendime. Hemen ardından da “Belki de ölümün kokusu!” dedim mırıldanarak.
Annem, bu gibi durumlarda “Sası sası” derdi. Sözlükteki deyimiyle  “küf ve çürük kokan, hatta “kokuşmuş. Bu yüzden Arapçada “tefessüf” denir “sasıma” yerine.
Eşim duasını bitirip iki avucuyla yüzünü sıvazlarken “Ne dedin?” diye sordu. İçimden “Bizim kokumuz da böyle, bir yağmur sıcağı sonrası burunlara, oradan ciğerlere hatta beynimize mi yürüyecek?” dedim. Ona alçak sesle “Hiiç…” dedim. “Belki de toprak ısınıp derindeki kokularını dışarı atıyor.”
“Nasıl yani?” dedi anlamamış ama önemsemez bir ses tonuyla
İşte şu an bile onu düşünmüyor değilim bunu yazarken:
“O koku acaba, ölülerin topraktan çıkan kokusu muydu yoksa ben farkında olmadan ölümün kokusunu mu duymuştum?