O yazın güzel geçeceği belliydi ama insan ne olacağını, nasıl olacağını önceden bilemiyor.

 Keşke yıllık izinler yaz boyu olsa da insan doya doya dinlenip üstüne bir de kış için enerji biriktirse ama insan oğlu sabretmeyi de biliyor.

“Yaz gelse de kendimizi bir memlekete atsak!” dediğimiz Ankara yılları… Yıl boyu okullarına gidip gelmiş çocuklarımızla Çanakkale’ye gelmişiz ama ilk fırsatta Suluca! İnsan ne de olsa denizi özlüyor çünkü doğar doğmaz tanışmışım denizle Çanakkale’de. Çocuklar da tadını çıkarsın diye kapağı annemin doğduğu, kız kardeşimin yaşadığı köye attık.

Bilen bilir. Eskiden Ankara otobüsleri Lapseki’den ayrıldıktan biraz sonra köyümüzün önünden geçerdi. Biz de o yaz öyle yaptık ve köyde, hatta evin önünde ya da yakınında indik.

Sarılıp öpüşme, hoş geldin faslı zaten bahçenin kapısında başlayıp bitti. Bahçenin ön kapısı Ankara yoluna, arka tel kapısı denize bakıyor yani evin arka kapısından mayonla çık, on beş, yirmi adım sonra tel kapı… Aç, cup deniz!

Zaten yol boyu anlatmışım çocuklara ballandıra ballandıra, meraktalar hâliyle. Kızlar yanımda ama tabii otobüsten yeni indiğimiz için yol giysilerimizleyiz.

 Tel kapıyı açıp beton dökülmüş iki basamağın önüne geldik.

“Buradan mı giriliyor?” diye sordu kızlar. Ben de “Tabii, zaten sığ, taş çatlasa iki üç karış!” diyerek ilk basamağa adımımı attım ama makosen ayakkabım, yosun tutmuş basamakta kayınca kendimi suda buldum giysilerimle.

Su gerçekten sığ ama başım, olduğu gibi suyun içinde ama kurban öncesi eli ayağı bağlı koçlar gibi debeleniyorum ama bir türlü başımı suyun üzerine çıkarıp nefes alamıyor yani kurtulamıyorum.

Kızların çığlıkları, bağırtıları geliyor su dolu kulaklarıma ama kendimi yani başımı bir türlü çıkaramıyorum suyun dışına yani üstüne. Kısaca, ellerimle denizin dibine dayanıyor ama gövdemi ve başımı suyun yüzüne çıkartıp - size abartı gibi gelecek ama - gerçekten kurtulamıyorum.

Bu arada kızlar çığlık çığlığa ama eşim, kız kardeşim, oğlum, evin henüz ön tarafında oldukları için büyük olasılıkla bizi duyamıyorlar.

Sanırım can havliyle gövdemi - belki de yanlayarak - aniden çevirip sudan kurtuldum.

Gövdemin üstü suya olduğu gibi gömüldü mü kestiremesem de tüm giysilerimi, arka cebimde bulunan cüzdanımı ve içindeki kâğıt paraları ara sıra ters yüz ederek zor kurutmuştuk daha sonra.

Kısaca,  “bir karış suda boğulmak” dediklerini bire bir yaşamış ama badireyi ucuz atlatmıştım.