Şimdi düşünüyorum da bir zamanlar ne rahat ve ne mutluymuşuz.

Şimdi düşünüyorum da bir zamanlar ne rahat ve ne mutluymuşuz. Bunun doyumsuzluktan kaynaklandığını sanmıyorum ama yıllar önce sıradan bize gelen hatta bazen gereksiz gibi görünen şeyler varmış. Nereden bakarsanız bakın, o yıllarda ya da yaşlarda “Sıradan!” deyip geçeceğimiz şeyler…
Hep yenilik arar dururuz ya; farklı bir renk, farklı bir ses hatta farklı bir nefes… Bulup tüketemediğimiz bir şey var mı diye düşünüp dururuz. Radyo yerine televizyona, plak yerine “yoğun teker (CD)”e âşık olmak dersem olan biteni anlarsınız.
Doğru, her şeyin bir dönemi vardır. Yenilik yenilik diye saldırdığımız nesneler ya da alışkanlıklar var ya, onların pabucu kısa sürede dama atılıyor ve unutuluyor: Kral öldü, yaşasın yeni kral!
Kral dedim de aklıma geldi. Bu bakış açısı ya da eğilim çevremiz ve dostlarımız için de geçerli. En candan dostumuzu bile zamanla unuttuğumuz ya da ihmal ettiğimiz olmuyor mu sizce? Hemen karşı çıkmayın. On yıl önce onsuz yapamadığınız, başınızı zaman zaman omzuna koyup ağladığınız arkadaşınızı en son ne zaman aradınız? Hani şu eve prangalı (!) hatta çevirmeli telefonlarla değil, dizi izlerken bile elinizden düşürmediğiniz cep telefonuyla… Kısaca vefasızlık diye bir kuyu düşleseniz ve Dünya’nın çekirdeği kadar derin olduğunu fark etseniz kendinizin dostluktan ne kadar uzaklaştığınızı anlarsınız.
Bir an için çocukluğunuza dönün bakalım. Hani şu aynı sırayı paylaştığınız okul arkadaşınız Fecri’yi düşünün ya da onun beslenme çantasında getirdiği, annesinin, arasına katık olarak beyaz ekmek koyduğu köy ekmeğini. Abartmıyorum, öğretmen sorunca Fecri  “Tel dolapta peynir, zeytin yoktu da annem beyaz ekmeği seviyorum diye bunu koydu.”  dememiş miydi?
Hepsi bir yana, buzdolabının varlığından bile haberimiz yokken, yazları çarşıdan buz almıyor muyduk? Erimesin diye talaş içinde tutulan, testere ile kırt kırt kesilip alelacele eve getirilen buzu unuttunuz mu? Anımsamağa çalışın lütfen.
Hele kapımızın önünden geçen dondurmacının mis gibi süt kokan dondurması ve dilimizde bıraktığı hafif ürperme duygusu. Onu geçtik, rengârenk macunu kısa tahta çubuklara dolayıp veren amcanın etrafında sıramızı beklememiz…
Ramazan gecelerini anımsıyor musun ey yaşlı okur? Hani şu kızlı erkekli arkadaş gruplarıyla kapı kapı gezip saya (Saya saya sayadan / Sular akar kayadan…) söylediğimizi, kapıyı açan teyzenin ya da amcanın verdiği şeker, kuru yemiş hatta parayı sonunda bölüşüp evlerimize ya da oyuna döndüğümüz geceleri?
Peki; istop, yakan top oynadığımız günleri? Bazılarımızın yazın veya kışın, akan burnumuzu, oyun yarım kalmasın diye, mendil aramadan elimizin tersiyle ya da kolumuzla sildiğimizi?
Alışverişten dönen Bedri Amca ya da Şükran Teyze’nin ağır filesini, torbasını, kese kâğıdını elinden alıp evlerine kadar taşıdığımızı?
Ya o “Akşama babana söylerim ha!” diyen amcaları, teyzeleri?
Sözün kısası insan özlüyor hem de kimleri ve neleri!