Her çocuğun heybesinde, çıkarılıp anımsanmayı bekleyen bir hevesi vardır. Kimisi göklerde uçmayı hayal eder o yaşlarda, kimisi Jule Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” denizaltısını ve onun k

                                                                 
 
Her çocuğun heybesinde, çıkarılıp anımsanmayı bekleyen bir hevesi vardır. Kimisi göklerde uçmayı hayal eder o yaşlarda, kimisi Jule Verne’in “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” denizaltısını ve onun kahramanı Kaptan Nemo’yu. Bazılarımız duyulan ya da bir fırsatta görülen Ankara’daki “paraşütle atlama kulesi”ni, bazılarımız da yetişkinler gibi arabanın direksiyonuna abanıp araba sürmeyi. Oysa o yıllardaki kızların başlıca oyuncağı, içi pamukla doldurulmuş bezden bebekler, erkeklerinse sağlam ve düzgün kesilmiş tahta parçasının altına, “z” gibi bükülmüş teli koyup kaldırımda onunla hareket etmek.
Bilmeyeniniz gözünde şöyle canlandırsın: Uzun ama kolay bükülmeyecek kalınca bir telin 10 parmaklık ucunu 90 derece aşağı doğru kıvırmak, sonra da onun 5 parmaklık kısmını 90 derece yukarı kıvırmak… Kısacası, telin 2  - 3 karışlık ucunda bir “L” harfi oluşturduğunuzu düşünün. İşte o telin uzun kısmını beton ya da taş kaldırıma koyup üstüne iki ayağınızın sığacağı sağlam ve düzgün yüzeyli bir tahta koyacaksınız. Tahta, oturacağınız kadar geniş de olabilir, ne de olsa çocuksunuz, etiniz budunuz ne ki? Oturduğunuz yerden kolunuzu uzatıp telin “L” biçiminde bükülmüş ucunu çevirdiğinizde, tahtayla birlikte ileri hareket edeceksiniz; bu kadar basit!
Benimse merakım “sinemacı”lık. Şimdiki - yanılmıyorsam - Dibek Sokak’ın topa bakan köşesinde kapalı sinemamız (Emek ?) vardı. Düğünler dışında “Sinema tek eğlencemizdi.” diyebilirim. Oynatılırken kopan film parçalarını, kapının önündeki çöp kutusuna atardı makinist. Ben de oradan her geçişte kutuyu deşer, film parçalarını alıp biriktirirdim. Belki de hâlâ bir yerde kalmış film parçalarım vardır. İşte onları - zamanla yıpranmış - ahşap kapımızın delinmiş (hatta zamanla ne yaık ki genişlettiğim) yerine koyar, dışarıdan gelen ışığın yardımıyla görüntüyü, perdelerini kapattığımız karanlık holün  (O zamanlar hol ne ki, ayakkabı çıkardığımız yerin biraz ötesi diyelim.) duvarına yansıtırdım. Daha önceden içeriye aldığım arkadaşlar da duvara yansıttığım filme hayran hayran bakarlardı. İşte bu yüzden bana “sinemacı” derlerdi sokak arkadaşlarım.   
Zamanla işi büyütüp araştırma yapmış, çok ilkel bir sinema makinesi yapmaya girişmiştim. Tabii ki ardı ardına hızla çevrilen bir kolla uzun şeritler hâlindeki film karelerini duvara yansıttıkça, filmdeki varlıklarda hareketlenme de oluyordu. Daha sonra iki karenin arasındaki çizgiyi göstermeyecek “istavroz” denen parçaya benzer bir şey yapmağa çalıştığımı anımsıyorum. Bu yüzden “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” filminin yönetmeni Ali Uluçay’ın “köyde film makinesi yapıp film oynatmak” olayını yıllar önce denediğimi düşününce çocukluk meraklarımı bir daha yaşıyorum.