Çocukluğumdan beri veya kendimi bildim bileli severim sardalyeyi. Hani şu çoğu  kişinin dediği, öğretmenlik yıllarıma kadar benim bile yetiştiğim çevreye uyarak “sardalya” dediğim balığı.

    Çocukluğumdan beri veya kendimi bildim bileli severim sardalyeyi. Hani şu çoğu  kişinin dediği, öğretmenlik yıllarıma kadar benim bile yetiştiğim çevreye uyarak “sardalya” dediğim balığı.
Öğrencilerim bu sözcüğü yazar veya söylerken “sardalya” dediklerinde onları şöyle uyarırdım: “Bakın çocuklar, beni iyi dinleyin! Siz hiç sandalyediniz mi? Sandal yenmez ama asmadan kopardıysan sardal(ı)ye.” Hey gidi öğretmenlik günleri hey, insana neler söyletiyorlar?
            Ege’nin üç ilçesinde yaşamıştım son beş yıl. Oralara nedense hep - şu anda yaşadığım, memleketim olan Çanakkale’ye, yani bize göre - aşağıdan, Çeşme tarafından gelirdi sardalye ve buradakiler gibi lezzetli olmazdı. Onları elinle ye, elini sabunla, tamam. Koku falan kalmaz elinde ama buradakiler öyle mi ya? Buradakilerin tavasını ya da hele hele ızgarasını yerseniz, elinizle yemeseniz bile günlerce üstünüzden başınızdan çıkmaz o güzelim kokusu! Bu yüzden İstanbul’a bile Çanakkale Boğazı’nda yakalanan sardalyeler gönderilirdi kasa kasa. Çocukluğumdan hatırladıklarım böyle. Asma yaprağına sarılıp da ızgarası yapılırsa ayrı bir lezzet. Hele - bağışlayın dememe gerek yok çünkü halk dili - boklu kebabı eşsiz bir lezzet! Adı sizi aldatmasın, sadece denizden çıktığı biçimiyle, ızgaraya temizlenmeden konduğu için bu ad verilmiş.
            Sakın aklınıza Marmara Bölgesi’ni ya da memleketim Çanakkale’yi övdüğüm gelmesin. 57 yıl sonra döndüğüm baba ocağı burası. Kesin dönüş yaparak geldiğim son bir yılı ve yazları olsun olsun birer ay geldiğimi saymazsanız memleketimde 15 yıl kalmışım, gurbette (Erzincan, Ankara, Çankırı, İzmir) neredeyse 57 yıl.
            Bu arada Hakan Günday’ın “Zargana” romanının reklamı için “sardalye” konusunu açmadım.
            Hakan Günday’ın “Daha” romanını ayrı bir yazımda tanıtmış ve en az “Az” kadar sinema uyarlamasına çok uygun olduğunu görmüştüm. Hakan Günday neredeyse her sahneyi, tabloyu - senaristleri az yoracak biçimde - sayfalarca yazmış. Yabancı yönetmenlerin bazıları, çevirecekleri filmin sahnelerinin önce resimlerini yaptırırlarmış, bir yerde okumuştum. Onun gibi…
            Duyar gibiyim mırıldanmalarınızı, sanırım sıkıldınız. Konuyu bilerek dağıtmıyorum. Aslında buna çok ayrıntılı bir giriş bile diyebilirsiniz. Gelişme ararken bir de bakmışsınız, güm: Sonuç.  
            Şimdi bütün bunları neden yazdım: Yaşamdaki en ufak bir ayrıntı bile sizi apayrı bir konuya götürüyor. Çağrışım böyle bir şey. Asfaltı bitirilememiş bir yol, ayağınıza takılan bir taş, kırmızıda geçen bir taşıt, siz kırmızıda beklerken arkadan gelenin size çarpması, suyun üç saat kesilerek tıraş olamadan eve gitmeniz, dipten çıkan ezik portakal, motorlu kuryeyle eve soğuduktan sonra getirilen ızgara, yani sonsuz konu.
            Ve “ızgara” denince yemek, yemek denince neredeyse Çanakkale’ye has sardalye geldi aklıma. Ne zaman? Yine bu çevrede (özellikle önce Gelibolu, sonra da Çanakkale)
tuzlu balık geleneği vardır. Türk hazır yiyicileri (Ben feysfuda öyle diyorum.) ve bunların yaygın olarak sahillerde yaşayanları, “füme balık” ve “suşi”yi tanımdan çook çok önce tütsü balık, kurutulmuş balık, tuzlu balık ve lakerdayı çok iyi bilirlerdi.
            İşte ben de bu akşam, tam da bu yazıyı yazdığım akşam, eve gelirken aldığım temizlenmiş ve sıvı yağla kutulanmış sardalyeyi açtım. Mevsimi geçmiş olsa da son bir kez bol kuru soğan ve taze biberli, sirkeli, zeytinyağlı domates salatamı yapıp sofraya oturdum. Yanında ayran içmeyi denemiştim bir kez ama o içeceği değiştireli kaç yıl oldu bilmem
Sofram çok zengindi. Her şeyden önce nefis bir sardalye kokusu kapladı tüm mutfağı. İçeriden annem seslendi:
“Balık mı yiyorsun yine?”
“Evet anne, tam mevsimi değil mi?”
            “Orada marulla taze soğan olacaktı, salata yap!”
            “Anneee, kırk yıllık Kani, olur mu Yani?”
            “Nasıl?”
            “Nasıl Kambersiz düğün olmazsa öyle. İlle de domates salatası ya da zeytinyağı ve sirke, limon değil. Bunları sen öğrettin bana küçükken.”
            Ben bunları diyene kadar, duyabilmek için mutfağa geldiğinden bir elini omzuma koyup “Sen ye hadi, benim midemi ekşitir gece gece.” deyip gitti.
            “E?” diyeceksiniz. Ne “E?”si, tadım kaçtı. Salatanın etrafına dizmeğe çalıştığım sardalyeler! Söyleyemiyorum, sanki küçülmüş gibi. “Gibi”si fazla. Eskiden bunlar sardalye olarak yenirdi ve neredeyse “sarıkanat”a yakın olurdu yıllar önce. Ufala ufala “çinakop”u da, “defne yaprağı”nı da geçmiş bunlar. Kokusuna bakarak “sardalye” ama “hamsi” kadar bile değil neredeyse.
            Bir elimde ilk sardalye, diğer elim çenemde, öylece kalakaldım.
            “Ya birileri benim aklımı allak bullak etmek için sattı bunları bana ya da tanıdığım büyüklükteki sardalyeleri daha yüksek fiyatla dışarıya satıyorlar.” diye düşündüm. Ya da…
            Ya balıkçılar bunları daha yavruyken süpürüp topluyorlar ya da birileri bunları, inlerine kadar girip yok ediyor!”