Köydeki evimizden çıkarken arabanın bagajına 10 litrelik plastik kabı koymamı söyleyen kız kardeşime “Hayırdır, o ne olacak?” diye sormuştum.

Köydeki evimizden çıkarken arabanın bagajına 10 litrelik plastik kabı koymamı söyleyen kız kardeşime “Hayırdır, o ne olacak?” diye sormuştum. O da “Kale’den dönerken Kemiklialan’dan geçiyoruz ya. Bunu da dolduruveriririz abi. Evde su azaldı.” demişti.  “Sabah çorbayı yaparken bile zor yetti su.” Onun bir gün önce yaptığı espriyi çağrıştıracak bir gülümsemeyle “O iş bende.” deyip kabı bagaja koydum.

Kentteki işimiz bitip de komşu köye yaklaşırken “Su işini unutmayalım yoksa Kerbela vakası yaşarız.” dedim abartarak. Kardeşim de vites küçültüp sapaktan köye yöneldi. Köyün içinde, ilk kez gördüğüm değişik bir yola girerek “Cami buralarda bir yerde olacaktı.” dedi ve sonunda çeşmenin önünde durduk.
Köyün adının, eski ve acı bir olay sonucu konduğunu duymuştum. Balkan Savaşı yıllarında, göç zamanı… Geçim sıkıntısı ve beslenme zorlukları… Kaçınılmaz bir biçimde gelen sıtma salgını ve ardından sıra sıra ölümler. Bu salgın o kadar çok kişiyi alıp götürmüş ki kazılan hatta dokunulan her yerden insan kemiği çıkar olmuş. Tıpkı Seddülbahir sırtlarında olduğu gibi. Anafartalar, Conkbayırı gibi eski savaş alanlarında da hâlâ mermi kovanları bulunduğu bilinir. Hatta biz çocukken onları toplayıp satar ya da doğrudan onları verip leblebi, leblebi tozu alırdık. Leblebi tozunu ağzına doldurup da “Püf!” diye püskürtmek de ayrı bir zevkti hani!
120 bin nüfuslu kentin düşük nüfuslu bu eski köyündeki, birçoğunda olduğu gibi yeşile  boyanmış camisi, yörede in cin top oynadığı için köye oranla heybetli ve gururlu bir biçimde sanki özellikle bize gövde gösterisi yapıyordu. Pek de dar sayılmayan sokağına bakan duvarının bir yerine yapılmıştı çeşme.  Caminin görkemi yanında sönük kalan iki musluklu bir çeşme. Eskiden çok yaygın olan ama yenilerinden sonra pabucu dama atılan iki sarı musluk.

            Bu sessiz, ıssız yerde birbirine arkadaş olan iki sarı musluğun çevirmeye yarayan üst parçaları çıkarılmış. Uçlarına birer plastik hortum parçası takılmış ki su kolayca doldurulabilsin kaplara. Muslukların ikisinin de yanında para atılacak delikli düzenek ve onların daha da üstlerinde bir yerlerine yapıştırılmış kağıtlar… Soldakinde “20 LİTRE 1 LİRA”, sağdakinde “10 LİTRE 50 KURUŞ”  yazıyor. Delik ya da oyuktan parayı atacaksın ki
kaba su dolsun.   

            Kontağı kapatmadan arabadan çıkmaya çalışan kardeşim “Sende 50 kuruş bozuk var mı?” diyor.
“Yok.” diyorum cebime bakıp. Ben çoktan kabı alıp çeşmenin başına dikilmişim.
“O zaman 1 lira atalım, artan su çeşmenin yalağına aksın.”
“Ama sakın 50 kuruş yazan yere atma. Belki su akmaz ve para boşa gider.” diye uyarıyor kardeşim beni.
“Tamam.” deyip hortumu kabın ağzından içeriye sokuyorum. Etrafa su sıçramasın. “Artan su da boşa gidecek ama…” diye düşünüyorum bir yandan da. Her zaman sinir olmuşumdur boşa yanan ışığa, boşa akan suya, camlar açıkken yanan sobaya, çalışan klimaya. Bir yandan da arabadan çıkan kardeşime “Tüh, keşke yedek kap alsaydık da su boşa gitmeseydi.” diye mırıldanıyorum elimde olmadan. Durumu bir türlü kabullenemiyorum. Sanki birisi suyu boşa akıttığımızı görecek de arkamızdan laf edecek. Elimde olmadan, tıpkı kedilerinki gibi sırtım seğiriyor.
“Amaan, biraz da boşa aksın yani.  Şimdi kapıları çalıp yedek kap mı arayalım?” diyor kardeşim.
Önce kabın ağzını açıp aynı elimle hem kapağı hem de hortumu tutuyorum. Öbür elimle parayı deliğe atıp aynı elimi zapt etmek için hemen kaba uzatıyorum ki hortum kabın ağzından çıkmasın çünkü su büyük bir gürültüyle kaba dolmaya başlıyor.
 
Farkında değilim, meğer bu arada kardeşim yanıma gelmiş. Kabın dolmak üzere olduğunu gördüğünden bana yardım etmek için telaşlanıyor. “Dur, dolar dolmaz ben hortumu  çıkartıp yalağa doğrultayım da…” dememe kalmıyor.
 
Kardeşimin eli hortuma çarpıyor ve hortumun diğer ucu musluktan kurtuluyor. Musluktan akan güçlü su, intikam alırcasına ikimizin paçalarına fışkırıyor. Daha doğrusu pantolonumuzun paçaları ıslanmıyor, suyu doya doya içiyor.
Su, kumaşı geçip dizlerimizden aşağısını sırılsıklam etmiş ama biz birbirimize bakakalmışız. Ne bir ses ne bir nefes! Sonra kahkahayı koyuveriyoruz bu serin havadaki zorunlu duşa karşı yapacak bir şeyimiz olmadığı için ve kös kös arabaya dönüyoruz. “Yaşasın, duş parası harcamadık hiç olmazsa, onu da bedavaya getirdik!”
Sonuç: Kabımız dolmuş ama sadece kabımız değil, pantolonumuzun paçaları da dizlerimize kadar dolmuş (!). Kısacası eve varana kadar arabanın zemini, paçalarımızdan sızan suyla göllendi.
Demek ki neymiş? Planı işe başladıktan sonra değil, başlamadan önce yapmak gerekirmiş.
Bir yaz günü olur da caminin oradan geçerken hortumu kendilerine tutup yok denecek kadar ucuza duş yapan mayolu birilerini görürseniz bizim kulağımızı da çınlatmış olursunuz bahaneyle. Bu buluşumuzu ve iyiliğimizi de unutmasınlar ha!
 
Not: Burada yazmaya başlarken, yazılarımı beş ayrı konuda yazmayı planlamıştım. Sayısal olarak bir denge kurma kaygım olmasa da bunları şöyle gruplayabilirim:
Anılarım (Unutulmayacak), çevremden tiplemeler (Barbunyacı), düşsel, fantastik konular (Krom - Nikel Yüzük), toplumsal ve eleştirel konular (Tehlikeli Üçgenler) ve bu yazımda olduğu gibi kara gülmece (Demek ki Neymiş).