“Mangal” denince ne gelir sorması ayıp? Bahara ulaşmış rolü yapan havaya bakarsanız kırlara açılmak, daralan ruhumuzu yelpazelemek için gönülden değil ama gözden ırak bir yeşilliğe - tabii kaldıysa -

“Mangal” denince ne gelir sorması ayıp? Bahara ulaşmış rolü yapan havaya bakarsanız kırlara açılmak, daralan ruhumuzu yelpazelemek için gönülden değil ama gözden ırak bir yeşilliğe - tabii kaldıysa - kapağı atmayı düşünüyor olabilirsiniz. Sakın eskiden olsaydı neyse de, günümüzde  yerçekimine yenik düşen cüssedeki güzelim hayvanların koluna bacağına veya butlarına bakıp hemen kasaba koşturmayın. Buna ihtimal veremiyorum çünkü  bize nazire yaparcasına uçan et fiyatlarını (Sakın “Fiat” demeyin, o bir araba markası) cümle âlem biliyor ve değil kasaba gitmek, hele çocuğunuzla yürüyorsanız kaldırım bile değiştirmeyi göze aldığınız bu günlerde birçok sözcük gibi “kasap” sözcüğünü ağza almak bile “tü (tüh) kaka” bence!
Sanırım “mangal”la söze başlayıp çok uzattım hatta kabak (o neyin nesiyse) tadı bile verdim. Ani bir virajla kaldığımız yere dönelim. Gerekli nevaleyi toplayıp kapağı kırlara ya da ezilecek yeşillik gördüğümüz yerlere atmak. Kışın ve üst üste gelen felaketlerin ardından ne de güzel olurdu açık ve temiz havada oturup günlerin gerilimden kurtulmak. Allah ne verdiyse bir şeyler yiyip içmek ve sonra da varsa “top”lu oyunlardan oynayıp kentin ve yaşamın verdiği gerilimden biraz da olsun sıyrılmak…
            İşte size konu çünkü bir zamanlar boş bir alan bulup yayıldığımız doğa parçasına bir kilim ya da örtü serip nefeslendiniz mi yapılacak ilk iş mangalı devreye sokmak olurdu. Bu iş de genellikle babaerkil geleneği sürdüren evin erkeğine ya da erkeği adayına düşerdi. En önemli görevi büyük bir sorumlulukla (!) üstüne alan erkek de bunu zevkle yerine getirirdi. Kısaca “mangal”, pikniklerin olmazsa olmazıydı kalubeladan beri.
            Sözü çok uzattığım konusunda haklısınız çünkü “geleneksel mangal gezileri”ni yazmağa kalksam Evliya Çelebi ile yarışmış olurum. Sözde çocukluğumdan, zayıflayarak da olsa, kalan mangal anımı yazmak için başladım ama dediğim gibi o geleneksel mangal yapıp ortalığı, kaş yaparken göz çıkarmak gibi, çöp bataklığına çevirme hastalığından bir türlü kurtulamadığımızı itiraf etmek istedim.
            Sobanın kurulmasının erken olduğu ya da artık havanın tekrar naz yaparak soğuduğu o geçiş günlerinde mangal cankurtaranımızdı. Hem içerinin soğuğu kırılır hem yemekte ya da kahvaltıda ısıtılacak bir şey için gerekli olur ya da yemeğin üstüne üstü içilecek kahvenin cezvesi ateşe sürülürdü. Bu arada küllenmiş ateşi yorgan diye kullanan patates de ayrı bir tattı bizim için.
            Annemin, sanırım yemek ya da çay suyu için koyduğu çaydanlığın hafif mırıltılarla kaynadığı sırada, oynarken farkında olmadan çarpmışım anlattıklarına göre. O çarpmayla mangal, çaydanlık yıkılmış ve olan olmuş. Aslında olan bana olmuş.
Annem babama “Yetiş!” diye bağırıyor ama babam da ona “Mangalına sahip çıksana!” diye bağırarak beni kucağına alıp kaldırıyor yerden ve sonra silkeliyor çünkü külle karışık ateş sağ ayağımın üstünü yorgan gibi örtmüş. Silkelemeyle hemen tuz basmışlar yanan ayağımın üstüne. Daha sonra beni götürdükleri doktor “Baksanıza her yer kar bu mevsimde, kar bassaydınız yanığın üstüne; tuz basılır mı!” diye çıkışmış.
Bugün bile sağ ayağımın üstündeki deri, sol ayağımın üst derisi gibi doğal görünümde değil, hâlâ biraz kırışıktır.