Sanırım ortaokul yıllarımdaki bir zaman dilimiydi. Orta 2 veya 3 olabilir sınıfım. O yıllarımızda sinemalarımız var hatta sokak arasında bile yazlık bir sinema var. Anlayacağınız tek eğlencemiz, çoğu siyah beyaz olan filmler
Belediye sineması, Orduevi sineması, Emek sineması. Bir de şimdiki tahta köprüye, sağa değil de sola dönülen kavşakta bir sinema var, adını unutmuşum bu kadar yıldan sonra.
Mevsim sanırım bahar. Daha önceden söz verildiği için annem tarafından akrabalarımızın yaşadığı Kepez’e ailece gidecekmişiz. Orası çok hoşuma giderdi. Şimdi yerinde yeller esiyor olsa da, bahçe içinde tek katlı bir evdi. Biz çocuklar için de çok güzeldi çünkü Çanakkale’deki ev oraya göre birçok binayla oluşmuş bir sokak olduğundan bahçedeki kadar rahat hissedemezdik kendimizi.
Babam, annem ve biz üç kardeş… Hangi taşıtla gittiğimizi anımsayamıyorum şimdi ama taşıtla olduğu kesin şimdiki gibi. Cuma Pazarı’nın önündeki köprüyü geçin, oralarda çok az bina var denebilir hatta. Çanakkale ile Kepez arası neredeyse bomboş.
Hafta içinde, kavşaktaki sinemanın önündeki afişten, hafta sonu son kez gösterilecek filmin adını görmüştüm. Kepez’e gideceğiz ama benim aklım da görmek istediğim, o sevdiğim filmde.
Konuyu uzatmayayım, yola çıktık. Bahçedeyiz, koşturup duruyoruz ama ikide birde saati soruyorum. Babam duyup da kızmasın diye anneme nazım geçiyor, mızırdanmağa başlıyorum çünkü o film, afişte yazılan saatte başlayacak. Yanılmıyorsam 14.30’da.
“Anne, filmi kaçıracağım!” diye tutturuyorum. “Baban duymasın, dayağı yersin.” diyor annem ama aslında babamın beni dövdüğünü hiç hatırlamam.
Sonunda babam farkına varıyor durumun, “Nesi var bunun?” diyor anneme. Annem de durumu özetliyor ve babam hiç beklemediğim bir biçimde “Gitsin.” diyor. Ben seviniyorum ama şimdiki gibi hemen bir taşıt bulma şansı da yok. Annem buna güvenerek ve biraz da ısrarımdan bunalmış olacak ki “Hadi git bakalım nasıl gideceksen. Saat zaten ikiye geldi neredeyse.” diyor ve hemen ekliyor: “Neyle, nasıl gideceksin be çocuk?”
“Yürürüm!” diyorum. Annem babama bakıyor, babam da “Yürüsün bakalım ne kadar yürüyebilecekse!” diyor. Sonuç, tabanvayla yani yürüyerek yola çıkıyorum.
Yürüyorum ama ikide bir düşünüyorum, acaba yetişebilecek miyim? Birkaç dakika sonra koşmayı deniyorum. Bu kadar tutturmanın sonu filmin başını kaçırırsam yazık olur. Uzun mesafe koşucusu değilim ki, ara sıra durup nefesleniyor sonra tekrar başlıyorum koşmaya ama hızlansam çabuk yoruluyorum, tempoluca koşmayı denesem zamanında varamama riski var.
Uzatmayayım, aralarda nefeslenerek, dura kalka, terimi silerek de olsa varıyorum sinemaya. Beni merak edeceklerini falan unutup kendi derdine düşmüş inatçı bir yeni yetme olarak gişeye gidiyorum bilet alayım diye.
Heyhat! Bir film uğruna! Gişe kapalı.
Orada bekleyen bir amcaya soruyorum. Sonuç düş kırıklığı: “Bilet alan olmayınca seans iptal edildi.” diyor: The End