Son zamanlarda moda. Kahve içmeğe ya da simit yermeğe gittiyseniz işletmenin tabelasında bunlardan birini görmüşsünüzdür: “Dünya”da “saray”sız yapamıyoruz.

Son zamanlarda moda. Kahve içmeğe ya da simit yermeğe gittiyseniz işletmenin tabelasında bunlardan birini görmüşsünüzdür: “Dünya”da “saray”sız yapamıyoruz. İlle de iddialı adlar kullanılacak ki oraya girip oturanlar kendilerini diğerlerinden üstün görerek havaya girsinler. Allahtan sıra genel tuvaletlere gelmedi. Merak ediyorum, acaba onlara hangi sıfatları yakıştırırlardı bu mantıkla?
Geçenlerde arkadaşlarla kahve içmek için böyle bir yere gittik. Hani kırk yıl hatırı olduğu söylenen kahve, Türk kahvesi içmeğe! Neden Türk diye sormayın çünkü başka bir komşu ülkemiz de kendi adıyla satıyormuş kahveyi. Bir zamanlar iki ilimizin arasını açan fıstık gibi…
Eskiden kahve isterdik, gelirdi. Öyle bir sıfat gerekmezdi başına. Sadece “sade, az şekerli, orta, şekerli” gibi bir tanım yapılırdı. Şimdi Türk kahvesi demezseniz “Hangisi olsun?” diyorlar çünkü yabancı dillerden dilimize önce bir marka olan (Biliyorsunuz Jip, Jilet de markanın adıyken genellenerek kullanılmış sonraları.) Neskafe (Söylediğimiz gibi yazmak hoşuma gidiyor.) sözcüğü girdi. Ondan sonra gerisi çorap söküğü gibi geldi. Yakında konuşurken sadece yabancı sözcükleri kullanacağımızdan asıl dilimizi unutacağız korkarım.
Uzatmayayım, kimisi “Moka” siparişi verdi, kimisi “Latte”, kimisi de “Kapuçino”. Ben “az şekerli Türk kahvesi” deyince “Amma tutucusun ha!” dediler. “Kör değneği beller gibi yıllardır aynı kahve, bıkmadın mı oğlum farklı tatlar varken aynı tadın peşinde koşmaktan?” Ben de “Ben sizin gibi hercai değilim, tattan tada konamam; damağımın götürdüğü yere gidiyorum.” dedim gülerek.
Kahvelerimizi beklerken can sıkıntısından vitrinlere, raflara baktım. Değişik biçimde, rengarenk kekler, pastalar, hele de çikolatalar. İnsanın hepsini hapır hupur yiyesi geliyor, hem de avuç avuç.
Birdenbire - seansta olmadığım halde - yıllar yıllar öncesine, çocukluğuma dönüyorum ve aklıma annemin sürekli sakladığı şekerlik geliyor. Aklınıza hemen “Şekerlik saklamak mı?” sorusu geliyor ama annem haklı. O yıllarda böyle cicili bicili çikolataları bırakın, çok çeşitli aromalarla hazırlanmış şekerler yok. Tabii; nane şekeri, fındıklı akide şekeri, badem şekeri var ama günümüzdeki gibi şeker cümbüşü olmasa da bunlar bizim için ancak bayramlarda bol yenebilecek şeyler. Üstelik o zamanlar televizyon denen sihirli (!) kutu da yok, oraya çıkıp “Şeker zehirdir.” diyen teyzeler de.
Başka zaman eve girmek istemeyen bizler, bize konuk geleceği zaman öldür Allah evden dışarı çıkmıyoruz çünkü çıkarsak şeker hakkımızı kaçırırız. Önce konuklara tutulan şeker, sonra - istemeden de olsa - bize tutuluyor ama annem kaşlarını sadece bizim göreceğimiz biçimde çatıyor ve şekerleri avuçlamamızı ancak böyle engelliyor yoksa şekerleri koydunsa bul.
Her sorunun bir çözümü vardır kuşkusuz. Annemin bir yere gitmesini fırsat biliyoruz ve annem ne zaman evden çıksa biz üç kardeş - eşyaları bozmadan - evi arıyoruz. Elebaşı tabii ki en büyük olduğum için ben oluyorum. Sanırım şekerden alacağımız enerjiden çoğunu harcıyoruz ama saklı şekerliği bulduğumuz andaki duygu her şeye değer. Tabii bazı kereler konuğa tutacağı zaman fark ediyor annem şekerliğin boş olduğunu ve küplere biniyor. O akşam babam eve döndüğündeyse sıraya dizilip sorgulanıyoruz.
Şimdi düşünüyorum da, annem evden gidince sadece şeker aramazdık. Hele evde tek kalmışsam - bazen annem iki küçük kardeşimi yanında götürürdü ki ben rahat ders çalışayım - hemen mutfağa girerdim. Ya un helvası yapardım ya da yazları domates salatası. Nedense en çok sevdiğim kuru soğan ve domatesle yetinirdim. Bazen yeşil biber koyduğum olurdu ama hiç salatalık koymazdım. Hele evde tuzlu balık (sardalye) da varsa değmeyin keyfime.
Eğer evde kalmışsa kız kardeşim de yerdi benimle. Erkek kardeşimse annem kapıdan, o bacadan sokağı yeğlerdi çünkü.
Bazen de patates kızartırdım. Kabukları çok ince soyamazdım ama ipuçlarını kesinlikle saklamam gerekirdi annem anlamasın diye. Aynı şekilde kızarttığım tavayı veya kalaylı bakır kabı da iyice yıkardım.  “Cinayet işliyorsan olay yerinde iz bırakmayacaksın!”
“Ama annem nasıl da hemen anlayıveriyordu her şeyi?” diye mırıldanınca arkadaşlar şaşkınlıkla yüzüme bakarak sordular bir ağızdan: “Neyi?”
Boş bulunup ağzımdan kaçırmıştım. Sustum ve düşündüm. Tabii, o anlamayacaktı da kim anlayacaktı. O gerçek bir anneydi. Evin ve özellikle de mutfağın tek hakimi oydu. O anlayamazsa kim anlardı kızarttığım kabın iyi yıkanmadığını?