Annemin evine hemen her gidişimde o gri - mavi dolabı açar, ilkokuldayken aldığım kitapları alır, yeniden incelerim

Annemin evine hemen her gidişimde o gri - mavi dolabı açar, ilkokuldayken aldığım kitapları alır, yeniden incelerim. Bu beni hüzünlendirmez sevindirir. Onların sayfalarını çevirdikçe çocukluğuma döner, kendimi kuş gibi hafif hisseder, bütün dertlerimi unuturum.
Şimdi yine önündeyim o dolabın. Üstte yan yana iki çekmece, ikisinin de çekilip açılmak için yuvarlak uçlu tutamakları var. Onların hemen altında da yanlara açılan iki kapaklı dolap.
Bu kez nedense içimden, uzun süredir kurcalamadığım çekmecelere bakmak geldi. Epeydir açmıyordum. Çekmecelerden birini çıkarıp yere koydum, onun önüne oturup karıştırmağa başladım içindekileri. Neler yok neler! İki zar, daha çok gençliğimde fal baktığım iskambil kâğıtları. Ucu kırılmış, arkasında silgi olan, kısalmış bir kurşunkalem, birinin camı düşmüş bir gözlük. Babamın olabilir mi? “Benim benim tabii.”
Birden irkildim. Geçmişe giderken olmayan sesler de duyuyorum sanırım çünkü babam öleli, nerden baksan 40 - 45 yıl olmuştur. “Saçmalama Namık!” diyorum içimden ama nerden geldiğini anlayamadığım ama sanki içimde yankılanan munis bir ses “Ne saçmalaması Namık, camların kalınlığına baksana, birisi şişe dibi gibi. Benden başka kime ait olabilir?” İlk ürpertim geçiyor. Babamın o sigaradan tiftiklenmiş sakin sesi. “Nasıl duyuyor, konuşmuyorum ki?”
“Ne duyması, ancak kulağı olanlar, yani yaşayanlar duyar. Biz duymayız ama hissederiz.” diyor tane tane, sanki. O sırada elime grimsi yüzük geçiyor. “Ne yıllardı ama?” diyor babam içini çekerek. “27 Mayıs Devrimi’nden, değil mi?” diye soruyorum elimde olmadan. “Evet, her ne kadar şimdi darbe marbe dieseniz de…” Ben karşı çıkmağa çalışıyorum “Ben öyle demiyorum çünkü sen kendininkini kaybettiğin için yalnız annemin alyansını bağışlamıştınız devlet hazinesine. Onlar da bu krom - nikel yüzüğü vermişlerdi.” diyebiliyorum.  “Devrimin anısına vermişlerdi, evet. Hatta bir süre de heves edip sen takmıştın anımsarsan.” Şaşırıyorum. “Anımsamak mı, senin yaşadığın yıllarda bu sözcük yoktu ki, nereden biliyorsun?” Sanki küçümser gibi “Sadece siz mi öğreniyorsunuz, ölüler de öğrenir. Öğrenmek çok güzel ve sonu yok. Örneğin sen öğretmen okulunun edebiyat kolunda gazete çıkarırken A klavye daktilo kullandığını söylerdin. Sonra kardeşinin getirdiği daktiloyla yazmaya başladın. Hani şu Doğu Almanya yapımı, F klavyeyle. Ama şimdi bilgisayarın Q klavyeli ve ben hiç hoşlanmıyorum seni izlerken. Daktilonun tıkırtısı bile belli bir ritim sayesinde müzik gibiydi. Bilgisayarınki, tavuğun yemlenmesi gibi bile değil.
Bir an duraklıyor. Sanki sağlığındaki akşamcı sofrasının başında rakısını yudumlar gibi. Bir yudum rakı, bir yudumcuk su… Hemen ardından biraz beyaz peynir, muhakkak pırıl pırıl parlayan ve kokusunu şu an bile duyabildiğim yemyeşil maydanoz. Yola bakan ama yoldan düşük seviyedeki alt kat penceresinin önündeki sedirdeyiz. Babamın çilingir sofrası, önündeki sinide. “İlk rakımı seninle içmiştim.” diyorum. “İçeceksen tadını benim yanımda öğren, güvenmediğin kişinin yanında da içme bu mereti. Haa, ölçüyü de kaçırma!” demiştin. “Bir, bilemedin iki duble.” Onaylıyor “Evet.” diyerek. “Ne günlermiş?” diyorum içim karıncalanarak.
“İlk bestelerimden birini evdeki kasetli teybe kaydetmiştik, hatırlar mısın baba?” diyorum. “Ara sıra dinliyorum. Müziğin arasında senin engellemeğe çalıştığın ama engelleyemediğin öksürüğünü de. Onu bile özlüyorum desem…” Sadece susuyor. Kesin; gözleri doluyordur, olmayan gözleri. Çok sert, affetmez, yanlış kaldırmaz biri gibi görünse de kimseye kıyamayan bir yapısı olduğunu herkes bilirdi.
“Çok abarttın ama!” diyor. “O kadar da değil. Herkes kadar iyi, herkes kadar kötü ve yaşam kadar güzel ama yerine göre acımasız.”
“Keşke diyorum benim bestelerimi radyo ve televizyonda çalınırken dinleyebilseydin. Annem de çok sever şarkıları ama müzik  zevkini senden aldığımı biliyorsun. Her yer karanlık, pür nur o mevki… Bu şarkıyı senden dinlemeyi ne kadar özlemişim. Keşke şimdi de beni dinleyebilseydin.”
“Sen ut çalarken ben hep yanındayım. Bu yüzüğe dokunduğunda dayanamadım, konuştum. Yoksa her nihavendinde, her hüzzamında seni doya doya  dinliyor ve sana eşlik ediyorum ama ne yazık ki senin şimdilik sadece kulakların var.”
Kulaklarımda mı yankılanıyordu ne! Elimde hâlâ o krom - nikel yüzük ve kulağımda babam. Ne demek istemiş olabilir? “Senin şimdilik sadece kulakların var… var… var… var…”