Bu yıl, diğer yıllardan baskın çıktı ağustos hatta eylül çünkü bu yazıyı yazdığımda hâlâ 30’larda dolaşıyoruz.

Bu yıl, diğer yıllardan baskın çıktı ağustos hatta eylül çünkü bu yazıyı yazdığımda hâlâ 30’larda dolaşıyoruz. Neden böyle diyorum? Çanakkale’de hava neredeyse festivalden sonra değişirdi ve biz sonbaharın o sakin, romantik günlerini yaşamağa başlardık. Artık özellikle geceleri rahat uyumağa başlardık. Temmuzdaki gibi kavurmazdı geceler, şerbet gibi hatta sabaha karşı bizi dinç uyandıracak gece serinliği çok hoş olurdu.
            Yaşamımın büyük bölümünü gurbette geçirdim. Ancak yıldan yıla, o da bir aksilik çıkmazsa yazları gelebiliyordum Çanakkale’me. Bir yıl içinde o da ancak bir tadımlık bal gibiydi.
            İster istemez çocukluk günlerine dalıyorum. Her ne kadar sık olmasa da denize kaçtığımız oluyordu halk plajında özellikle. Bizim “Çok sıcak, n’olur plaja gidelim!” dememizden bıkan ve bunalan babamın çözümü müthiş ama çok basitti.
            Her yazki gibi, sözünü ettiğimiz yaz da güneş kavuruyordu Çanakkale’yi. Hani derler ya “Toprağa yumurta kırsan anında pişer de yenecek hâle gelir. Zaten denize gidecek zaman yaratsan da baban işte. Annense bizi alıp ancak komşunun bahçesine götürecek ki şehir merkezinde öyle komşu bahçesi ara ki bulasın.
            Sözü uzatmayayım, çözümü yine babam buldu o pratik zekâsıyla.
            Yine sıcak bir temmuz günü ve güneş tam tepemizde. Rüzgâr desen bizi gözden çıkarmış. Derler ya, yaprak kımıldamıyor. Belki biraz cereyan yapar diye sokağa bakan ön kapıyı ve bahçeye açılan arka kapıyı açık bırakmışız ama esen falan yok. Cereyan sadece prizlerde! İşte öyle bir cehennem sıcağı!
            Biz sıcakla cebelleşirken kapının önünde bir kamyon durdu. “Öğlen vakti babamın ne işi var evde?” diye düşündük şaşkınlıkla ama şaka maka değil, babam gelmiş. Sürücüyle birlikte koskoca bir bidonu indirdiler kamyonun  arkasından ve eve getiriyorlar. Biz de ayakaltında kalıp da laf işitmeyelim diye kıyıdan kıyıdan bakıyoruz “Ne oluyor?” diye.
            Uzatmayalım. Neredeyse boyumuza yakın bidon, zor zahmet evin içinden geçirilip arkadaki bahçeye taşındı. Sürücü taşıta binip gitti.
            Bidon bize bakıyor biz de bidona… “Acaba ne olacak?” Bidon çöp atmak için desek, değil. Biz soluklarımızı tutmuş, merakla bekliyoruz. Anneminse şaşkınlıktan sesi soluğu çıkmıyor.
            Babam hemen hortumu çeşmeye taktı, suyu açtı. O da ne? Bidonu dolduruyor. Nefeslerimizi tutmuş bekliyoruz ne olacak diye. Bidon ağzına kadar dolmadan suyu kesti babam
            “Hadi, ne bakıyorsunuz aval aval? Üstünüzü çıkarın da gelin. Deniz yoksa havuz da mı yok?”
            Dördümüz de şaşa kalmıştık ama annem hemen toparlanıp soyunmamıza yardım etti. Sadece iç çamaşırı kalmış hâlde babam üçümüzü de sırayla bidondaki suya makarna haşlar gibi koydu.
Ondan sonraki günler de annemin denetiminde hatta bazen sıkış tepiş, üçümüz birden bidondaki sefamızı sürdürüyorduk.
Havuzumuz yoktu ama keyfimiz gıcırdı artık!