Geçen gün ya gazetede okudum ya da gençlerin deyimiyle bilgisayarda yaptığım “sörf” sırasında gördüm “akya”yı ve yıllar öncesine gittim birden.

Geçen gün ya gazetede okudum ya da gençlerin deyimiyle bilgisayarda yaptığım “sörf” sırasında gördüm “akya”yı ve yıllar öncesine gittim birden.
İnsanın ömrü gurbette geçince, memleketine geldiğinde aklına “balık” düşüyor hemen yani “balık yemek”.
Balık denince de ya kıyıda olta atanlar ya da köyün sahilinde sandalıyla yanaşıp bize balık bırakan rahmetli Recep abi.
Ne zaman Çanakkale’ye gelsem, o yıllardan aklımda kalan Şehir Lokantası’nın terasında balık yemek. Gece olacak, hava güzel olacak, terasta otururken yüzümüzü ılık - serin arası bir esinti yalayacak, o esinti kadehteki rakının anason kokusunu alıp burnumuz üfleyecek ama onca mezenin yanında ille de balık olacak.
Yıllar yılları kovaladıktan sonra, olgun yaşlarımda diyebileceğim bir yaz yine oradayız. “Bu yaz” izin alabildiğim ilk fırsatta memlekete gideceğim.” demiştim kendi kendime ve bunu yaşama geçirmiştim. İşte şu anda epeydir yemek yiyemediğim yerdeyim, masada her şey hazır. Alışılan soruya geliyor sıra ve garson “Ne alırdınız?” diye soruyor. Bildim bileli, böyle entel dantel söylemli sözcüklere sinir olurum. Balıkçının tazgâhının önünde miyiz de “alacağız” be adam! “Ne yiyeceksiniz?” ya da ”Ne istiyorsunuz?” de gitsin!
“Balıklardan neler var?” diyorum, garson hemen “mercan, akya, kaya balığı, mersin, orkinos, orfoz, sardalye” diye sayıyor. Hah, tamam. İşte bu! Gurbetteyken sayıklayıp durduğum balığı söylüyor garson: akya.
“Ne dersiniz?” diyorum masaya. “Sen seç.” diyorlar. Onlar ne de olsa diledikleri zaman dilediklerini yiyorlar. “Bize akya getir.” diyorum.
Balıklarımız geliyor ve şölen başlıyor. Anason kokusuna kur yapan, o dumanı tüten güzelim akyanın gelişiyle başlayan şölen! Kadehlerden çıkan tokuşturma sesi hâlâ kulaklarımda. Yiyip içerken bir yandan da aklıma sardalye geliyor. Bir ara burada, asma yaprağına sarılarak pişirilen, parmaklarımızın o mis gibi kokusuyla sarmaş dolaş olan sardalyeyi de yemeliyim.
                                                           &   &   &
           
O yaz değilse de sonraki yazlardan birinde, oldukça sıcak bir yaz günü, köyümüzün kıyısındaki evin bahçesinde, yan komşularla oturmuş sardalye yiyoruz ama bu kez o ünlü “boklu kebap”la haşır neşiriz. “Ne de olsa ev bizim, mutfak bizim ve biz gönlümüzce hazırlayıp gönlümüzce yeriz.” demişiz. Sardalye denizden çıkarıldığı hâliyle tuzla karıştırılmış, sonra da evdeki fırında pişirilmiş, sıcacık. (Bilenler bilir, bu kebabın içi önceden değil, yenirken çıkarılır.) Bu kez mis gibi bir şarap eşliğinde yiyoruz. Kendimi,hani şu şimdiki “Barlar Sokağı”na girilen ve o zamanlar önünden geçenleri güzelim kokusuyla mest eden şaraphanenin bulunduğu sokaktaymışız gibi hissediyorum.