Müjdat enişteyle günler önceden konuşmuştuk, bir ara Ramazan’ı ziyaret edecektik.

Müjdat enişteyle günler önceden konuşmuştuk, bir ara Ramazan’ı ziyaret edecektik. Postanede işim bitince aklıma geldi. Uğrayıp sorayım, ivedi bir işi yoksa gitmeyi önereyim, dedim. Kitap evine uğrayıp onu da aldım, birlikte yürümeye başladık Barbaros Mahallesi’ne.

Kardeşimle eniştenin yıllar önce açtıkları eczanede kalfaydı Ramazan. Eczacılıkla doğrudan bir ilintim olmasa da neredeyse her yaz izne geldiğim Çanakkale’de sık sık uğrardım yanlarına. Ya bir çay içer ya da çalışmalarını izlerdim. Özellikle cuma günleri arı kovanı gibi olurdu eczane. Bir koşuşturmadır giderdi o gün ama o karmaşa arasında bile soğukkanlı ve kendinden emin tavrıyla her şeyin yolunda gitmesini sağlardı Ramazan.

 Bundan 57 yıl önce ayrılmıştım memleketimden. Aslında neredeyse her yaz gelmiştim ama kısa süre kalabilmiştim burada. Ramazan’ın Çınaraltı Kahvesi’ni ararken bir an “Gözüm bağlı olarak beni buraya getirip bıraksalar; gözümü, üstüme yıkılacak beton yığınlarına çevirsem nerede olduğumu kesinlikle anlayamazdım.” diye düşündüm. Öyle ki 40 yılı aşkın bir süredir burada yaşayan Müjdat enişte bile kahvenin yerini bulamadı da muhtara sormak zorunda kaldık.
Ana caddeye paralel sayılan şirin bir sokakta, tam köşede bir yermiş. Yöredeki evlerin çoğu eski. Eski dediysem yeniler yavaş yavaş onları buradan sürüyüp atmaya başlamışlar ama bu, şimdilik ana caddeden başlamış, arka sokaklara az ulaşmış. Buralarda hâlâ geçmişe özlem çayları içilebilir.
Önceden haber vermeden geldiğimiz için sürpriz oldu Ramazan’a ama o hiç şaşırmamış gibi davrandı. Dışarıda oturalım, dedik çünkü şubat gününde bu hava bize bunu öneriyor ama aynı zamanda “küresel ısınma” felaketini de anımsatıyordu: Demokles’in kılıcı…
Sarılıp öpüşmeler, ne var ne yoklar, nasıl gidiyorlar ve  sık duyduğumuz “Hoş geldiniz.”ler... Kahvenin aboneleri bizi ilk kez görseler de güler yüzleriyle karşılıyorlar. Anadolu’nun eski bir kötü (!) alışkanlığı: Konukseverlik.

Kiralamış burayı Ramazan ve çevreyi de iyi tanıdığı için kısa zamanda gelen gideni çoğalmış kahvenin. Tam köşedeki yaşlı çınar ağacının kocaman yaprakları bana Saracoğlu gibi “Gel gel!” ediyor. “Kireçlenmen varsa da bana gel, yoksa da gel!”
Ramazan hemen garsona sesleniyor ve biraz sonra bir şişe su ve dört bardak eşliğinde orta şekerli kahvelerimiz geliyor. İşte şimdi sıkı durun.
Ramazan, otururken masaya koyduğu çakmak ve sigara paketini alıp bize sigara ikram ediyor. Ben sağ elimi göğsümün sol üst tarafına koyup teşekkür ediyorum. Müjdat’sa “On on beş gündür içmiyordum ama bir tane yakayım hadi!” diyor. Masada tanıştığımız dördüncü arkadaştan sonra Ramazan da yakıyor sigarayı ve dumanlar arasında başlıyor zaten açık olan sigara muhabbeti.

Müjdat ve Ramazan hemen anılara saldırıyorlar haklı olarak. İlk akla gelen de Ramazan’ın, battaniye sayesinde kurtulduğu dumandan boğulma macerası. Bir gece saat ikiye doğru polisler Müjdat’a haber veriyorlar “Eczane yanıyor.” diye. Sedire kıvrılmadan önce sobanın ağzını kapatıyor Ramazan ama içi geçerken fark etmediği bir şey oluyor ve sobadaki yakacak birden alışıyor. Duman, bulduğu her delikten yöreye yayılsa ve paniğe yol açsa da Ramazan’ı kurtaran yine – hemen oraya yetişen – Müjdat enişte oluyor. Tehlikeden kurtulmayı tekrar anımsayıp yıllar sonra da olsa yeniden sevindikleri yüzlerinden belli.
Masadaki dördüncü kişi buranın yerlisi. Yaşı da bana yakın. Tanımadığı yok yörede. Yetiştirme yurtlarında müdürlük yapmış. Ben de öğretmenlikten gelen ilgiyle, o çocukların daima elinden tuttuğumu anlatmaya çalışıyorum örneklerle.

Ramazan bir ara, biraz ötede boş bir araziye eşinin de yardımıyla bir şeyler ekmeye başladığını söylüyor. Ben nedense hemen “İyi yapmışsın; insana yatırım yaparsan insan ölür ama toprağa yaparsan inkar etmez, karşılığını verir.” diyorum. “Yo!” diye karşı çıkıyor müdür. “İnsana yatırım neden boşa gitsin?” Ben, yanlış anladığını söylemeye fırsat bulamadan konu elde olmadan değişiveriyor.

Sonra Müjdat, Ramazan’a “Hatırlar mısın?” diyor. “Hani sara hastası olan bilmem kime  - ki adıyla söylüyor -  dalgınlıkla reçetede yazılandan daha yüksek dozda ilaç vermişiz de farkına varınca nasıl paniğe kapılmıştık?”
Ramazan’la aynı anda konuşarak hemen telefon ettiklerini ve tehlikeyi önlediklerini hatırlayıp bir kez daha rahatlıyorlar. Önleyemeseler o hastanın yaşamsal tehlike yaşayacağını ve başlarının derde gireceğini dile getiriyorlar.
Onların anlattıklarını dinlerken aklıma şu geliyor:
Ya şu anda bir bilinçsiz okuyucu, kitabevi sahibi Müjdat enişteden “Necip Fazıl” kitabı istese, enişte de ona “Fakir” kitabı verse… Tehlikenin ve suçun daniskası bu çünkü en büyük suç, düşünce suçu.
Oluşacak faciayı sezdiğim anda  “Hadi kalkalım artık, hava kararmak üzere.” diyorum.