Yaşamımın (79) en çoğu Ankara’da hatta Yenimahalle’de (43 yıl) geçti. Onun için anılarımın çoğunda memleketim Çanakkale’den çok Ankara yer kaplar.

Yaşamımın (79) en çoğu Ankara’da hatta Yenimahalle’de (43 yıl) geçti. Onun için anılarımın çoğunda memleketim Çanakkale’den çok Ankara yer kaplar.
Boş kaldığım zamanlarda kısa gezintiler yapar, hem temiz havada yürümenin tadına varmak için parklara yürürdüm.
Genellikle sonbahar bana daha hüzünlü ama ille de güzel gelirdi. Doğanın kendi içine kapanmadan önceki son çırpınışlarının hay huyuna inat, ayağımın altında çıtırdayan kurumuş ya da kurumağa kur yapan yapraklarının o hoş sesinin tadını çıkarmak… Tadına doyulmaz kısa yürüyüşler…
Yine böyle bir gün koltuğumun altında kitabımla evden çıktım. Önce bir süre yürüdüm ama sonra kuru yemişçiye uğrayıp ay çekirdeği, bir pet şişe su aldım. Nerede oturup günün tadını çıkarayım diye yürüye yürüye son durak civarında bir parka geldiğimi fark ettim. Yokuş da biraz yormuştu beni. En ideal yer diye düşündüm burasını.
Boş bir banka oturdum. Çoğunluğunu annelerin oluşturduğu parkta çocukların kısa ama tatlı sevinç çığlıklarına aldırmadan kese kâğıdındaki ay çiçeğimi çitleyip kitabımı da okuyacaktım.
Kitabımı okurken çekirdek yemek kolay olmuyordu kuşkusuz. Kuru yemişçiden aldığım ağzı açık ay çekirdeği paketi ve su şişesi bir naylon poşetin içinde duruyordu. Yediğim çekirdeklerin kabuklarını ise naylon poşetin içine atıyordum.
Manzarayı şöyle düşünün: Bankın arkalığına dayadığım sol kolum ve sol elim sayesinde kalın olmayan kitabımı ortasından tutuyorum sol elimin başparmağıyla. Yan oturduğum için, ağzı açık poşet tam sağ elimin altında. Kitabı tutarken sağ elim geri kalan işlemleri yapıyor: Poşetteki ağzı açık paketten aldığı çekirdeği çitliyor, çekirdeği yerken kabuğunu poşetin içine atıyor. Susadığımda ise çekirdek işlemini durdurup kitabımı bırakıyorum arasına karton ayracını koyarak. Böylece tüketime ara vererek suyumu rahatça yudumlayabiliyorum.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum kendimi kitaba kaptırdığım için. Poşet kabuklarla dolmuş ama çekirdeklerim henüz bitmemiş, yarımlanmış ama bitmemiş çekirdek paketi ile su şişesi, yenmiş çekirdek kabukları ile kardeş kardeş oturuyor poşette yan yana. “Hiç olmazsa şu biriken kabukları atayım da yer açılsın poşette.” diye kalktım. Birkaç metre ileride, metal ayakları yere betonla sabitlenmiş ama sonra yan çevrilip boşaltılabilecek bir çöp kutusu var. Kitabımı, pet şişemi ve yenmemiş çekirdek paketimi bıraktığım banka döndüm.
Düzeneği tekrar ayarlayıp kitabıma döndüm. Çok geçmeden “Kolay gele!” sesine kaldırdım başımı, parkın bekçisi. “Sağ olasın!” dedim.
“Bakıyorum hiç de üşenmiyorsun!”
“Niye yani neye?”
“Çekirdek kabuklarını dökmek için kalkıp taa çöp kutusuna kadar gittin. O kadar yoruldun, zaman kaybettin.”
“Ya n’apaydım?”
“Herkes gibi yere atabilirdin yedikçe kabuklarını.”
“Ama o zaman yer kirlenecekti.”
“Zaten kirli değil mi?”
“Kirli ama hiç olmazsa az kirlenmiş oldu şimdi. Aynı, dalgaların kıyıya vurduğu deniz yıldızlarını tekrar denize atan adam gibi.”
Dudaklarını büküp bir eliyle omzumu tıptıpladı uzaklaşırken:
“Dediğin o deniz yıldızları hikâyesini bilemesem de demek bu dünya hâlâ senin gibilerin yüzü suyu hürmetine batmıyor!”