Mevsimi anımsayamıyorum ama kış olmadığından eminim. Doğduğum evin alt katı… 

Mevsimi anımsayamıyorum ama kış olmadığından eminim. Doğduğum evin alt katı…  Pek büyük olmasa da çiçeklerle dolu bir bahçe hatta o bahçede çekilmiş bir resmim var üç tekerlekli bisikletimin üstünde. Kuşkusuz siyah beyaz yani renkli değil, renksiz bir resim. “Renksiz” sözümün saçmalığını mırıldanır gibisiniz, sizi anlıyorum ama ne yapayım, dilimizin yapısına bakarak “var - yok” mantığıyla “renkli”nin karşıtı “renksiz” olmalı. Oysa siyah da bir renk, beyaz da…
Sözü bilinçli olarak uzatıp sizde merak uyandırmak derdinde ya da amacında değilim ama o zamanlar değil resim düzeltmeleri, bilgisayar yardımıyla kesip kırpmaları yoktu pek. Cıvıl cıvıl renklerle dolu resimler neredeee! Işıklı, ışıksız, az ışıklı en fazla yani beyaz, siyah ve gri.
İşte o evin alt katı yol seviyesinden biraz düşüktü. Bir de ilkokula yeni başlamış bir çocuğun boyunu düşleyin. İşte o boydayım yani dışarıyı, sokağımızı görebiliyorum ve kollarımı dirsekten büküp camın içine koyabiliyorum.
“Camda ne işin var?” demeyin. Yaşıtım bir komşu çocuğu var, ara sıra gelip bahçede bisiklete bineriz, bir ben, bir o. Bazen kapının önünde top oynarız kendi çapımızda. O, camın dışında, bizim camın önüne eğilmiş, şimdi anımsayamadığım bir şey konuşuyoruz.
Birden “Bak uçak geçiyor!” dedi. Başımı eğip uçağa baktım çünkü kollarım camın iç tarafındaki beton tablaya dayalı. “Aaa, ne güzeeel!” dedim. Dememle o “Tabii güzel olur, bak üstünde sarı yazılar var. Bizim uçağımız o, yaşa Fenerbahçeli uçak!” dedi. İşte o anda ben de “Ne Fener’i, o bizim. Bak üstündeki şeye, uçan kuşa, asıl Beşiktaşlı o!” dedim duyulsun diye sesimi iyice yükselterek.
Sonra o tekrar “Fenerbahçeli, yaşasın Fenerbahçe!” deyince ben de “Kartal o, kara kartal!” diye hırsla bağırarak yumruk yaptığım elimin iç kısmıyla cama vurdum. Birden bileğimin elime bağlanan noktasından resmen kan fışkırmağa başladı. Cam kırılmış ve damarımı delmişti. Nasıl oldu, nasıl akıl ettim bilmiyorum, öbür elimin parmağıyla oraya bastım. Allahtan babam evdeydi. Hemen beni kucağına alıp komşunun arabasıyla hastaneye götürmüş. Kuşkusuz bunu sonradan annem ve babamdan dinledim ayılınca. Büyük bir kaza atlatmıştım.
Şimdi “Bunu neden anlattın?” diyeceksiniz. Fanatizm öyle noktalara geldi ki! Günümüzde sadece sporda değil, sosyal yaşamın neredeyse her evresinde hatta siyasette bile fanatizmin tavan yaptığını, bu aşırı düşkünlük ya da tutkuya varacak denli bağnazlığın,  mutaassıplığın bizi bilinçten koparıp neredeyse delilik denebilecek noktaya kadar götürebileceğine tanık oluyoruz. İşte o aklı baştan alan fanatizm yani mutaassıplık, bağnazlık böyle masum noktalardan damarımıza giriyor sonra da onu kontrol altına alma sınırını aştığımızda alıp başını gidiyor.
Kısaca akıl baştan firari olunca ne sınır kalıyor ne akıl ne de fikir! Ortada kala kala açıklanması neredeyse olanaksız bir tutuculuk ya da tutku kalıyor.