”O da ne?” Garajdan bir ses geliyor. Bir an durakladım bahçeyi sularken. “Bu kadar yeter, nasılsa sonbahar, artık sık sulamam gerekmez.

”O da ne?” Garajdan bir ses geliyor. Bir an durakladım bahçeyi sularken. “Bu kadar yeter, nasılsa sonbahar, artık sık sulamam gerekmez. Yakında yağmurlar da başlayabilir.” Suyu kapatıp eve giderek garajın anahtarını aldım.
            Garaj dediysem gözünüzde büyütmeyin. Eskiden garajdı ama araba elden çıkarılınca orası da eski  ve işe yaramaz bir sürü ıvır zıvırın konduğu depoya dönüştü neredeyse. Kullanılamayacak olanları hurdacıya vermiştik yer açılsın diye. Yine de ufak tefek bir şeyler kaldı. Yan arsadaki bina yıktırılırken, tavan dediğimiz eternit ve düşen tuğla-çimento blokları yüzünden birçok yerinden yıkıldı. “İçeride işe yarar bir şeyler vardır diye oradan birileri mi girdi acaba?” diye düşünerek kapının kilidini açtım ve donup kaldım.
            Yerde kalmış, dağılmak üzere olan eski bir battaniye ve tahta, kutu, karton parçalarının arasından bana bakan bir şey... Yerinden kalkmıyor, kalkamıyor ama gözlerini  bana dikmiş beni korkutmak için. Yavaşça yaklaşmak için bir adım atıyorum. Gardını alan boksörler gibi hemen “Kııhhh!” diyor. Yanılmadınız, çağrısız konuğumuz bir kedi!
            Birçok Çanakkaleli gibi benim de oldum olası aram iyidir kedilerle. Çok severim bu gönüllü terapistleri. Mısırlılar kedileri boşuna yüceltmemişler resimlerle, heykellerle… Onları tanrı gibi görmekte haklıymışlar. Ne de olsa buğdaylarını yiyerek kendilerini aç bırakan fareleri kediler yok ediyorlar.
            Aklınıza takılan soruyu duyar gibiyim. Haklısınız, bana kıh diyeceğine kaçabilirdi ama kalkamıyor. Sakat ya da yaralı olduğundan değil, henüz gözleri açılmamış yavrularını emziriyor. Annelerinin memelerinden süt emen dört yavrucuk! Yavrularının rahatı bozulmasın diye beni korkutup kaçırmak istiyor. Nereden biliyor acaba kedileri sevdiğim hâlde onların tırnaklarından ürktüğümü? Köpekler bile kedinin tırnak darbesinden korktukları için onlarla dalaşmayı göze alamazlar pek. Analık böyle bir şey işte!  İnsanlar da yavruları için her tehlikeyi göze almazlar mı? Hele anneler… “Ah Anacık!” diyorum kırık dökük bir sesle. ”Olup bitenden haberleri olmayan yavruların beslenmeleri yarım kalmasın.”
            Hemen eve dönüp bir kaba su, başka bir kaba da kedi maması koyup götürüyorum. “Kim bilir ne kadar açtır Anacık? Yesin de bir an önce toparlansın.”
            Ondan sonraki günler ve iki üç ay çabuk geçti. Her fırsatta camdan veya yukarıdan onlara bakıyor, neredeyse her davranışlarını izliyorum. Onları yalamasını, gezdirmesini, yöreyi tanımalarını sağlamasını, zararlı bir şey yaparlarsa enselerinden tutup taşımasını… Nereden su içeceklerini, nasıl temizleneceklerini, tırnaklarını asmanın kalın dallarında nasıl bileyeceklerini, yere düşmüş zeytin tanesinin nasıl oyun aracı olarak kullanılacağını annelerinden öğreniyorlar. Anacık yere uzanmasın, hemen biri koşup memesine yapışıyor, onu gören diğer üç kardeş de… Çoğu kez uzaktan ve ürkütmeden resimlerini çekiyorum.
Günler günleri kovalıyor ama beni de bir endişedir alıyor: “Ya bir erkek kedi peşine düşerse yeniden?” Anacık tamam fakat yavruların ikisi dişi ayrıca. Yakında o genç kızların da peşine düşer bıçkın delikanlılar. Bir an önce kısırlaştırılmaları gerektiği düşüncesi dikenler gibi batıyor her an beynime. Kedilerin kısırlaştırılması onların doğasına aykırı ama...
 Zaten evimizin sokağa bakan yüzünde ve arka bahçede en azından on kadar kedi var. Eskisi gibi ev yemeklerinin artıklarından da yemiyorlar kuru mama çıkalı. Ona da giderek param yetmez oldu. Anacık ve iki dişi yavruyu, gönlüm elvermese de, kısırlaştırtmam gerek. Acilen Anacık, sonra da fazla büyümeden kızlar…
İlk denememde, hazırlıklı olmamalarından yararlanıp kızın birini yakalıyorum ama Anacık çok hızlı davranıp onu sepete sokamadan fırlayıp kaçıyor. Hem de elimde iki tırnak izi bırakıp… Bir kedi uğruna nelere katlanıyorum! Pamuk, kolonya… Jilet kesiğini andıran  yerden akan kan duruyor da yanma sürüyor.
Sonunda kızımız kısırlaştırılıp sokağımıza bırakılıyor ama ne yazık ki sepetiyle birlikte kayboluyor. Demek birisi alıp sahiplendi diye avunuyorum uzun aramalara rağmen bulamayınca. Yetmezmiş gibi bir iki gün sonra da diğer kız kayboluyor ortadan. Belki de kardeşinin ve özellikle annesinin yaşadığı travmadan etkilenip kaçtı veya ona da birisi el koydu. Uzun süre arıyor, sokaktaki park edilmiş araçların arkasına, altlarına kadar eğilip bakıyorum. Hatta beni ararken görüp aramama yardım edenler de oluyor çevreden ama yok, yok; koydunsa bul bizim kızı!
Kadere boyun eğip yine Anacık operasyonuna dönüyorum. O kısırlaştırılamadıkça başladığımız yere, o kötü manzaralara dönüyoruz: Anacık’ın yeni yavruları ve biz! Neler denemiyorum. İkinci denememde olduğu gibi kepçe file mi, atıştırmalık salam dilimleri mi, taze et mi, yaş mama mı… Hiçbiri kâr etmiyor. Kedi bakımı konusunda benden de deneyimli olan karşı komşuyu bile yardıma çağırıyorum utana sıkıla. Eksik olmasın, ikiletmeden geliyor ama o denemelerden de bir şey elde edemiyoruz. Sonra bir gece - günler sonra anımsayıp kendime kızdığım - haince bir plan yapıyorum. Yeni edindiğim sepeti, sepetin içine koyacağım bezi, salamı, mamayı; sepetin mandallı kısmını açamasın diye destek olarak kullanacağım kalın ciltli kitabı hazırlıyorum akşamdan. Neredeyse her ayrıntıyı saatlerce ve yeniden, yeniden gözden geçirmekten sabaha kadar uyku girmiyor gözüme.
Sabah her şey yolunda gidiyor. Elim kolum zedelense de yakalıyorum ve mutlu son! Kısırlaştırılan Anacık’ı yeni bir macera yaşamamak için kendim alıp getiriyorum eve. O akşam, iç bahçedeki kömürlüğe koyuyor, kapısını kapıyorum. Kalan iki oğluna yarın kavuşacak, bahçede her zamanki gibi koşup oynayacaklar. Aileden iki kız eksilse de güzel günler göreceğiz dördümüz! Hele sabah olup yeni bir sayfa açılsın!
Sabah kömürlüğü açtığımda dünya başıma yıkılıyor. Evet, kapı kilitli değildi ama çok iyi desteklemiştim dışarıdan. Gözü öyle korkmuş ki Anacık’ın olanlardan -  inanmayacaksınız - zorla, o hâliyle, ite kaka da olsa açmış kapıyı ve çıkıp gitmiş.
İki gün boyunca neler çektiğimi bir ben bilirim. “Keşke ellerim kırılaydı da yakalayamaz olaydım…”dan başlayıp kendi kendime bağırarak, söylenerek hüngür hüngür ağlıyorum. “Senin yüzünden öldü. Sen kedi katilisin!” Kendim için bile isteyemeyeceğim neler neler diliyorum dönüp gelmesi uğruna!
Ama kim yenebilir “analık” sevgisini? İki gün sonra, ölsem de gam yemeyeceğim manzarayla yaşama dönüyorum: Almış iki erkeğini yanına, ameliyatlı hâline bakmadan onları yalayıp temizliyor bahçede Anacık.