Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Göksel Sazcı’nın başkanlığında Maydos Kilisetepe Höyüğü Kazısı’nın 10. yılında çalışmalar devam ediyor. Troya’da eksik dönemlerin Maydos’ta olduğunu söyleyen Sazcı, “Balkan arkeolojisini bilmeden, burada yaptığımız kazılardaki buluntuları değerlendirmemiz çok zor” diyerek yeni bir tarih okuması izlediklerini aktardı.
 
Neredeyse 5 bin yıla varan geçmişiyle tarih sahnesinde önemli bir rol oynayan Maydos Kilisetepe Höyüğü, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Göksel Sazcı ve ekibi ile kazılmaya devam ediyor. Koronavirüsü tedbirleri kapsamında kazı ekibinde sayıca azalma olduğunu söyleyen Sazcı, çalışmalara 1 Temmuz’da başladıklarını aktardı.
 
Lisans, yüksek lisans ve doktorasını,’Troya Müzesi’ fikrini ilk ortaya atan Prof. Dr. Manfred Korfmann’ın yanında bitiren tek Türk öğrenci olan Sazcı, şimdiye kadar Maydos’ta yapılan çalışmalardan bahsetti.  Sazcı, Troya ile aynı büyüklüğe sahip olmasına rağmen Maydos Kilisetepe’nin ancak 1980’li yıllarda keşfedildiğini iletti. Şimdiye kadar bu bölgedeki tüm kazıların Anadolu’da yapılan kazıların ışığında açıklandığını da aktaran Sazcı, Maydos’ta keşfedilen Balkan buluntularıyla tarih açıklamalarında yeni bir yol izlediklerini de söyledi. Kazı Başkanı Sazcı, kazı alanındaki 10 yıllık keşifleri anlatan bir kitabın müjdesini de verdi.

 Açıklama yok.

“BU SENE PANDEMİ DOLAYISIYLA ÇOK DAHA TEDBİRLİ BİR KAZI SEZONU GERÇEKLEŞTİRECEĞİZ”
1 Temmuz’da küçük bir ekip ile kazı evine geldiklerini aktaran Sazcı, bu sene alınan korona virüsü tedbirlerini ve çalışmalara başlama sürecini şu şekilde anlattı: “Biz buradaki çalışmalarımıza 1 Temmuz’da başladık. Önce küçük bir ekip ile buraya geldik. İçdaş’tan sağladığımız işçiler ile önce kazı evini açtık, temizliğini yaptık. Daha sonra üç-dört gün höyüğe gidip geldik çünkü her yıl çalıştığımız alanları ‘geotekstil’ denilen bir madde ile kapatıyoruz. Bu geotekstilleri kaldırdık çünkü biz onu kazdığımız yerleri koruma amacıyla koyuyoruz. Kazı alanımız höyük olduğu için, bereketli bir toprak ve bitki üremesine çok müsait. Geotekstil ile kapattığımız alanlarda bitki üremesi minimuma erişiyor. Bu oran ne kadar az olursa sonraki yıl çalışmalarımıza kaldığımız yerden devam etmemiz o kadar kolay oluyor. 6 Temmuz’da depolarımızı açtık ve resmi olarak kazılarımıza başladık. Bu yıl, her alanda olduğu gibi bizde de bir kısıtlama söz konusu. Hem maddi hem de personel hem de çalışma çeşitliliği anlamında bir kısıtlama var. Maddi anlamda hem Bakanlık’tan gelen bütçede hem de sponsorumuzun bize sağladığı olanaklarda durgunluk var. Bunlar dışında önceki yıllarda daha geniş alanlarda daha çok personel ile çalışıyorduk bunu da kısıtlamak durumunda kaldık. Tabii sadece maddi nedenlerden değil aynı zamanda covid-19’dan korunma tedbirleri kapsamında da kapasitemizi düşürmek durumunda kaldık. Önceden bir odada en az 2 kişi kalıyordu. Bu yıl herkes tek kalıyor, o yüzden personel sayımız da düşmüş oldu. 10-12 kişi arasındayız şu an da önceki yıllarda ise, bu sayı 20-25 civarındaydı. Bu sene gidip gelmeler de olmayacak, Bakanlık genelgesinde ziyaretçi yasağı da var. Yani bu sene pandemi dolayısıyla çok daha tedbirli bir kazı sezonu gerçekleştireceğiz. Kazılarımızı Eylül ortasına kadar sürdürmeyi planlıyoruz.”

Açıklama yok.
 
“BELKİ 150 YIL SONRA MAYDOS DA TROYA KADAR TANINAN BİR YER OLACAK”
200 x 180 metre boyutu ve 32 metre rakımı ile 200 x 150 metre boyuta ve 31 metre rakıma sahip Troya’dan daha büyük olan Maydos Kilisetepe Höyüğü’nün neden insanlar tarafından çok fazla bilinmediğini anlatan Sazcı, “Burasının çok bilinmemesinin farklı sebepleri var. Assos, Troya gibi yerleşimler çok uzun süredir araştırılan ve bilinen yerlerdir. Hatta Troya’nın tanıtımını Homeros, Milatta Önce 8. yüzyılda yapmıştır. Maydos’u, Mehmet Özdoğan 80’li yıllarda yüzey araştırması yaptığı esnada keşfetmiş. Yani buranın bilinmesi çok yakın zamanda olmuş, Assos’ta ya da Troya’da 1870’li yıllardan itibaren araştırmalar var. Yaklaşık 150-200 yıldır kazınan ve bilinen yerler bunlar. Heinrich Schliemann, bu bölgedeki her tarafı araştırmış. Hatta 10-15 km ileride Karaağaç tepe diye bir yer var, orasını da kazmış. Yani o, elinde rehber olarak İlyada’yı tutmuş ve bu etraftaki höyük ya da kümülüs benzeri tepelerin hepsinin İlyada’da adı geçen kahramanların mezarları olduğunu düşünerek kazmış. Karaağaçtepe’nin bir diğer ismi de Protesilaus. Heredot, Protesilaus’ın mezarının boğazın Avrupa yakasında olduğunu söylüyor ve Schliemann da Karaağaçtepe’nin mezar olduğunu düşünerek kazıyor, hâlbuki orası da prehistorik bir yerleşme. Dediğim gibi Schliemann bölgeyi didik didik kazımış ve burasını atlamış. Burayı gezginler de görememiş Ecebat’tan, doğal bir tepe olarak düşünmüşler. Herhalde üzerinde kilise ve mezarlık olduğu için çok fazla dikkatlerini çekmemiş buranın antik bir yerleşme olduğu. Üzerinde adı Dimitri Kilisesi var fakat hem 20’li yıllardaki mübadelede cemaati gitmiş hem de 1. Dünya Savaşı’nda bombardımandan dolayı harabeye dönmüş. Gelen yeni yerleşimciler, buradaki kilisenin taşlarını inşaatlarında devşirme olarak kullanmışlar. 20-30’lu yıllarda halen kilisenin kalıntılarının olduğunu fotoğraflar sebebiyle bilebiliyoruz. Fakat zamanla temelleri dışında hiçbir şeyi kalmamış. İsmini de buradaki halkın ‘Kilisetepe’ demesiyle almış. Maydos ismi ise antik Madytos isminden geliyor, Madytos, bu bölgede olan bir yerleşim. Bu bilgiyi, bölgede bulunan yazılı taşlardan biliyoruz. Zamanla Madytos kelimesi Maydos’a dönüşmüş. Hatta 50’li yılların ortalarına kadar buranın ismi Maydos olarak anılıyor. Hatta bazı insanların nüfus cüzdanında halen doğum yeri olarak Maydos yazıyor. İşte buranın bilinmemesindeki ilk sebep, geç keşfedilmiş olması; ikincisi buradaki araştırmaların benim başkanlığımda 2010 yılında başlamış olması. Biz daha çok çok yeni bir kazıyız. Düşünün Troya, 1871 yılından beri kazılıyor yani 150 yıldır aralıklarla kazılıyor ve bugün Troya’nın yüzde 10’u belki kazılmıştır yani yüzde 90’ı hâlâ toprak altında. Biz daha çok yeniyiz. Antik dönemde buranın reklamını yapan olmamış. Troya’nın reklamını Homeros yapmış. İlyada Destanı’yla herkes biliyor, Antik dünyada da biliniyor. Biz Fatih Sultan Mehmet’in, İlyada’yı Yunanca okuduğunu biliyoruz hatta şu an kütüphanesinde çıkan bir kopya, bugün Topkapı Sarayı’nda sergileniyor. Yani antik dönemden itibaren reklamı yapılmış bir yerleşke olduğundan çok biliniyor. Buradaki yerleşimler tabi çok yazılı belgelere konu olmuş yerleşkeler olmadıklarından ötürü belki daha az tanınıyorlar ama burası Efes gibi, Bergama gibi, Assos gibi antik dönemde yüzeysel kalıntıları çok fazla olan mimari buluntuları, süslü sütunları olan bir yer değil. Bunun sebebi buranın prehistorik bir yerleşke olması. Onlardan çok daha eski bir yerleşke. Dolayısıyla, o dönemde sütunlar yani toprak üstündeki amfi tiyatrolar yok, bilinmiyor. Daha eski olduğu için daha az tanınan bir yerleşke. Bundan belki 150 yıl sonra Maydos da Troya kadar tanınan bir yer olacak, buradaki çalışmalar dediğim gibi daha yeni” dedi.
 
Açıklama yok.

“BOĞAZ KONTROLÜNÜN ANADOLU AYAĞINI TROYA; AVRUPA AYAĞINI DA ÇOK BÜYÜK BİR İHTİMALLE MAYDOS OLUŞTURUYOR”
Gelibolu Yarımadası’nın en büyük höyüğünün Maydos olduğunu aktaran Sazcı, bölgenin önemini şu şekilde anlattı: “Prehistorik dönemde deniz ticareti ya da savaş gemileri, rıhtım dediğimiz bugün feribotların yanaştığı yerlere yanaşmıyorlar. Onların yanaştığı limanlar, sığ ve kumsal olan limanlar. Karaağaçtepe yerleşkesinin önünde de Morta koyu var. Antik doğal özelliğe sahip koyların arkasında genellikle prehistorik bir yerleşme oluyor. Burası dediğim gibi, gemilerin yanaşmasına, yük indirmesine çok uygun. Höyük oluşmasının nedeni ise, aynı yerde üst üste çok fazla yerleşimin olmasındandır. Evler genelde taş temelli, kerpiç üst duvarlı ancak kerpicin belli bir ömrü var. Normalde 30 sene ömür biçiliyor ama iyi bakılırsa 40-50 yıla kadar çıkabiliyor. Günümüzde de betonların maksimum ömrü 50 yıl, ondan sonra çürümeye başlar. Tabii her zaman eskiyerek yıkılmıyor. Deprem, savaşlar ya da evin hanımı börek pişirirken ateşi kaçırarak yangına sebebiyet verebiliyor. Eski İstanbul’dan bahsedilir: Süleymaniye bir yandığı zaman bütün mahalleyi de alıyor. Bir de bu bölge oldukça rüzgârlı, geçenlerde orman yangınında bunu öğrendik. Bu kadar teknolojik söndürme aletlerine rağmen kolay söndürülemiyor. Buradaki rüzgâr, her zaman vardı ve yangın çıktığında ateşi kontrol etmeniz zor. İnşa ediliyor, bir şey oluyor belki salgın, belki hastalık, yıkılıyor, terkediliyor… Nasıl pencereyi açık bırakıp bir yere gittiğinizde gelince bakıyorsunuz sehpaların üzerine elinizi sürdüğünüzde eliniz toz oluyor; açık alan da terk edildiği zaman rüzgârın getirdikleri evlerin duvarlarına vurduğu zaman orada kalıyorlar ve bu şekilde bir birikim oluyor. Yani höyükler bu şekilde oluşuyor o yüzden yüksekler. Burada kurulmasının ilk sebebi bu koy, ikinci sebebine gelince neden böyle yüksek bir yerleşim var ya da büyük bir yerleşim var? Höyük de dediğim gibi boyut olarak Troya ile aynı. Günümüzden geçmişe doğru gidecek olursak ‘boğaz kontrolü’nün önemli, antik dönemde de aynı. Tek tarafta tabya olursa düşman diğer taraftan geçip gider ya da Osmanlı dönemindeki durumuna bakacak olursak girişte Kumkale var karşısında Seddülbahir kalesi var burada Kilitbahir var karşısında Çimenlik kalesi var yani karşılıklı kaleler ile korunuyor. Aynı şekilde prehistorik dönemde de boğazın bir gidiş yönü bir de geliş yönü var ve tek taraftan kontrol edebilmeniz mümkün değil. İki tarafta da kontrol merkeziniz olacak ki boğazı kontrol edebilesiniz. Prehistorik dönemde Troya ve burası, ‘Tunç Çağı’ ile temsil ediliyor. Anadolu ayağını Troya; Avrupa ayağını da çok büyük bir ihtimalle burası oluşturuyor. Troya’nın mitolojik hikâyesi var uzun yıllar araştırılıyor ve daha çok tanınıyor. Biz şimdi Avrupa ayağını araştırmaya başladık. İlginç sonuçlara da ulaştık burada. Örneğin, genelde kültürlerin yayılmasında difüzyonist bir teori vardır: Medeniyetler, doğudan batıya doğru yayılmıştır. Yani insanlar tüm yeni buluşları prehistorik dönemde doğudan batıya doğru yaymıştır düşüncesi hâkimdir. Ama şu soruyu da sormak gerekiyor; ‘batıdaki insanlar hiç buraya gelmeyi düşündüler mi?’ Yani, ‘bizim de bir şeylerimiz var biz de onları doğudaki insanlara götürelim, tanıtalım, satalım, ticaret yapalım düşüncesi var mıydı?’ Biz bu soruya cevap veremiyorduk önceden. Sebebi de doğuda batıdan buluntu olmamasıydı. Ancak şimdi, Maydos kazılarıyla en azından batının en doğu sınırı olan burada bu buluntulara rastladık. Hatta bir ev ortaya çıkarttık. Bu ev, o dönemin Avrupa tarzında yapılmış. Yani, bir aile gelmiş ve kültürünü de buraya getirmiş. Yani buradaki araştırmalar, bu bölgenin arkeolojisine klişeleşmiş bilgilerin dışında yeni bilgiler katıyor. Elbette Troya’daki çalışmaları küçümsemek için demiyorum ama orada bilinenin dışında yeni bir şey bulmak zor. Çıkabilir ama zor. Buradaki bilgiler ise tamamen bu bölgenin arkeolojisine, tarihine yeni fikirler verebilecek katkılar sunabilecek farklı buluntular, bu yüzden önemli.”
 
Açıklama yok.

“BALKAN ARKEOLOJİSİNİ BİLMEDEN BURADA YAPTIĞIMIZ KAZILARDAKİ BULUNTULARI DEĞERLENDİRMEMİZ ÇOK ZOR”
Bir bölge kazılırken, çevredeki bölgelerin arkeolojisini bilmenin önemine değinen Sazcı, “Trakya’daki Marmara Bölgesi’nde kazılar çok fazla değil. Bunun farklı sebepleri var örneğin, Türkiye’deki kazıların çoğu ya Ege sahillerindedir ya Güney sahillerindedir ya da inşaat sebepleriyle Güneydoğu Anadolu’dadır, çok az miktarda Orta Anadolu’dadır, Karadeniz’de ve Marmara’da hiç yok gibidir. Karadeniz’de neden prehistorik kazı yok en azından. Sebebi oranın coğrafyası zordur, ormanlık bölge olduğu için ve günümüzde olduğu gibi orada yaşayan insanlar kolay ulaşılabildikleri malzemelerle evlerini yapmışlar. Ormanlık bölge olduğu için insanlar ahşap kullanmışlar ve ahşaptan yapılmış mimari kalıntıları ortaya çıkartabilmek çok zordur yani çok uğraştırır insanı, çok emek harcarsınız ama emeğinizin karşılığını almayabilirsiniz. O yüzden kimse uğraşmamış belki de herkes işin kolayına kaçmış. Batı da ne güzel sütunlar, tiyatrolar var. Yapılar ayakta, çok fazla zorlanmadan çok güzel eserler ortaya çıkartıyor, çok fazla ses getiren buluntular elde ediliyor. İkinci önemli sebep ise, Karadeniz bölgesinde kazı yaptığınız zaman, çevresindeki arkeolojiyi bilmeniz lazım. Karadeniz’e 80li yıllara kadar ulaşılmıyordu çünkü Sovyetler birliği vardı. Bilgilere ulaşamıyordunuz, kapalı kutuydu. Ya yayınlarda yerel dilde yazılıyordu ya da Rusçaydı ulaşmak mümkün değildi. Yani siz Karadeniz’de bir kazı yapıyorsunuz, bir buluntu buluyorsunuz ama başka biri sizden 50 yıl önce de bulmuş olabilir. Tabii Sovyetler birliğinin dağılmasıyla, Karadeniz kıyılarında oluşan ülkelerde kazılar arttı ve şimdi daha fazla şey biliyoruz. Aslında girme zamanı o bölgeye. Aynısı, çok bilinmeyen Marmara bölgesi için de geçerli. Biz de işin içine girince fark ettik ki, Balkan arkeolojisini bilmeden burada yaptığımız kazılardaki buluntuları değerlendirmemiz çok zor ve sıfırdan başlayarak biz Balkan arkeolojisi öğrenmeye başladık. Benim evimde ‘Balkan arkeolojisi’ kütüphanesi oluştu, çaba göstermek gerekiyor. Her yeni buluntu, yeni bir dünya. Hâlbuki Ege arkeolojisi, Mezopotamya arkeolojisi biliniyor. Bir şeyler buluyorsunuz, karşılaştırıyorsunuz. Ama Karadeniz, Balkan, Doğu Avrupa, Rusya bunlar bilinmeyenler. Daha doğrusu, biliniyor ama ‘Batı Arkeoloji Camiası’ tarafından bilinmiyor. Bu bölgedeki prehistorik yerleşimleri önce Heinrich Schielimann sonra Carl W. Blegen, Ege birikimleriyle değerlendirdiler. Daha sonra Manfred Korfmann geldi bu bölgeye, Troya’yı kazdı. Korfmann da buradaki buluntuları Anadolu arkeolojisi gözüyle değerlendirdi. Şimdi bizim şansımıza elimizde balkanların ve bu bölgenin buluntuları var. Bir de Balkanlardaki buluntuların Doğu Avrupa’daki buluntuların tarihleme sorunları var. Onların müzelerinde yaptığı kazılardan çok buluntu var fakat bu buluntuları Ege arkeolojisine ya da Anadolu kronolojisine bağlamakta zorluk çekiyorlar çünkü ara istasyonlar yok. Maydos’ta, hem Balkanlardan hem Ege dünyasından hem de Anadolu’dan buluntu var. Yani bizim buluntularımız sayesinde onların buluntularını da tarihlemek mümkün. O açıdan da çok önemli. Biz burada görsel olarak bir Efes gibi değiliz ama o dönemin mimarisini ortaya çıkartmaya, kalıcı görsel biçimde sunmaya çalışıyoruz. Ama bizim asıl amacımız, bu bilimsel soruları sorunları gidermeye yönelik sonuçlar elde etmek. Yani o amaçla başladık biz buraya” diyerek Maydos kazısındaki avantajlardan ve dezavantajlardan bahsetti.
 
Açıklama yok.

“TROYA’DA EKSİK OLAN DÖNEMLER BURADA YOĞUN OLARAK VAR”
10 yıllık çalışmalarını bir kitapta topladıklarını söyleyen Sazcı, “Ben sorulacak sorular olmadığı sürece arkeolojik kazı yapılmasını tasvip etmiyorum. Yani arkeolog olduk bir de kazımız olsun diye yapılan kazıları tasvip etmiyorum. Şurada bir evi çıkaralım, restore edelim diye yapılan çalışmalar bilimsel değil daha çok müteahhitlik ile turizmle alakalı bir şey. Ben ve eşim 20 sene Troya’da çalıştık yani biz bu bölgenin prehistorik sorunlarına hâkimiz. Ben mesela doktoramı Troya hazineleri üzerine yaptım. Troya’da tanınan dönemler vardır. Kurulduğu yıl olan ‘Troya 1’ dönemi vardır, kale yerleşimi falan o biraz tanınır. Sonra ‘Troya 2’ dönemi’ndeki ‘Priamaos’un Hazinesi’ çok iyi tanınır. ‘Troya 6’ dönemi tanınır sebebi ise Troya Savaşları, ‘Homeros’un Troyası’dır ama aradaki 3-4-5 dönemleri tanınmaz pek. Çünkü o dönem hakkında Troya ile ilgili bilgiler tahrip edilmiştir ama burada o dönemler var. Bizim asıl buraya başlama amacımız, Troya’da eksik olan dönemler burada yoğun olarak var. O dönemleri ortaya çıkartıp iyi anlaşılamayanlar üzerine çalışmak istiyoruz. Tabii bunun yanı sıra başka sorular ve sorunlar da vardı. Örneğin, ‘Balkan-Bölge ilişkisi’. Burada yaptığımız çalışmalardan çok memnunuz. Şimdi kitap hazırlığı içerisindeyiz burada yaptığımız 10 yıllık çalışmalarımızı toplamaya çalıştık. Hepsini bir kitapta toplayamadık ama en azından bir kısmını yakın zamanda kitap olarak da çıkartacağız. Bunun içerisinde o dönemin tarihçesi, elde edilen mimari buluntular, hayvan kemiklerinin analizleri, balıkların analizleri var. Örneğin, Troya’da çok fazla balık kemiği bulamadık ama burada çok balık kemiği var. Bunlar küçük balıklara ait kemikler değil, ton balığı ve orkinos balığı gibi büyük balıklara ait, bunun nedeni de Kilya koyu. Burada sürülerin, balıkların göçleri gözlemlenerek koya sürükleniyor ve burada avlanıyor. Çok fazla yok tüketilmiş zamanında ama biz burada hangi tabakayı kazsak hangi dönemi kazsak yoğun balık kemiklerine rastlıyoruz. Burada balıkçılık gelişmiş durumda diyebiliriz” dedi.
 
Açıklama yok.

“MAYDOS’TAKİ YEREL HALK, TROYA’DAKİLERLE AYNI”
Henüz antropolojik bir araştırma olmadığını aktaran Sazcı, “ En üstte kiliseye ait bir mezarlık var, oradan 40’a yakın iskelet çıkarttık. Kilisenin mezarlığında bulduğumuz için onların burada yaşayan Ortodokslara ait olduğunu biliyoruz. Prehistorik dönemle alakalı ise bir tek dağıtılmış bir mezar bulduk, bir kol ile çene parçası elimize geçti ama çok mezar bulamadık maalesef. Muhtemelen mezar, bugünkü yerleşimin altında kalmış ama buluntulara ve yazılı kaynaklara bakarak buranın halkının kimler olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Merkezde oturan ve deniz tarafına bakan taraftaki yerel halk, Troya’dakiler ile aynı seramikleri kullanan, aynı kültüre sahip insanlar. Ama höyüğün batısında yani karaya bakan kısmında Balkanlardan göç etmiş ailelere ait buluntular tespit ettik. Bu tabii Tunç Çağı için geçerli. Milattan Önce 7. yüzyılda tarihlenen belgelere baktığımızda burası ile ilgili şöyle deniliyor: Maydos bir Thrak şehri olarak kurulmuş, daha sonra Midilli Adası’ndan -o zamanki adıyla Lesbos ya da Mytilene- yerleşkesinden gelen insanlar buraya yerleşmiştir.  Ancak insanlar en fazla 400 yıl gerisini hatırlayabiliyorlar. M.Ö 7. yüzyılda yazıldığını düşünecek olursak, hatırladıkları en fazla M.Ö 11-12. Yüzyıla denk geliyor. Kazılarımızda, buranın Thrak yerleşiminden önce de bir yerel kültürünün olduğunu biliyoruz. Buradaki Thrak buluntularının üzerinde Aiol buluntuları da var. Yani bu bölgedeki ilk Yunan buluntularıdır bunlar. Şanslıyız çünkü genelde Yunan göçlerine ait buluntular, aslında oval basit köşeli dal örme tekniğiyle yapılmış kulübelerdir. Ve oldukça da basit oldukları için günümüze çok fazla ulaşamamışlardır. Diğer yerleşimlerde pek çıkmamasına rağmen biz burada gayet iyi korunmuş biçimde ortaya çıkardık. Bu da Maydos’un yine başka bir özelliği. Tarihi anlatıları, tarihsel buluntularla örtüştürebiliyoruz. Ancak önce Thraklar ardından Yunanlar geldi diyemiyoruz, Mytilene’den gelmeyip başka bir rota da izlemiş olabilirler. Burada yaşayan insanlar çiftçilikle, yoğun bir biçimde ticaretle uğraşmışlar çünkü Karadeniz’den, Girit’ten, Yunanistan’dan, Anadolu’dan buluntular var yani tam bir liman-ticaret kenti diyebiliriz. Maydos, kent olmanın kıstaslarından büyük bir kısmını karşılıyor. Acaba dedik, Balkanlardan gelen insanlar burada ne pazarlamış olabilirler? Daha önce bahsettiğim Balkanlardan gelen ailenin evinin avlusunda bir işlik yeri bulduk. Burada çukurlar tespit ettik. Bu çukurların etrafı da yaklaşık olarak 10 cm kalınlığında kireç tabakasıyla sıvanmış. Daha önce böyle çukurlar görmemiştim, sıvanmış olsalar bile kalınlığı 1 cm civarında oluyordu. Biz genelde arkeologlar böyle çukurlar bulduğumuz zaman bunları ya ‘silo’ olarak değerlendiririz. Silo depolama amaçlı, yiyeceklerin serin depolanması amacıyla kullanılır. Ya da içerisinde bir iki çanak-çömlek bulduğumuz zaman, kült amacıyla kullanmışlar, dini işlevler yapmışlar diye biraz fantezimizi zorlarız. Fakat bu çukurlarda böyle kalın kireç tabakasının olması benim hep dikkatimi çekti. Ne için böyle bir şey yapmışlar diye. Bir tane de değil, 9-10 tane var yan yana. Sonra bir gün evde Fas'la ilgili bir belgesel izliyordum, orada bir şehirde dericilik işi anlatılıyordu. Yan yana açılmış yuvarlak çukurlar ve kireç var ve deriler kirece yatırılmıştı, bende hemen jeton düştü. Normal insanlardan farklı olarak biz arkeologlar, arkeolojiyle birlikte yaşadığımız için hep o sorular cevap bekliyor. Öyle olabileceğini düşündük. Geleneksel tabaklama yönteminde, deriyi ilk önce birkaç gün yatırıyorsunuz, sonra üzerindeki etleri kazıyorsunuz, gerdikten sonra tekrar kirece yatırıyorsunuz. Ve organik özelliğini kimyasallarla, kireçle kaybettirmeye çalışıyorsunuz. Yani organik bir maddeyi, inorganik bir yapıya dönüştürmeniz gerekiyor. Eski dönemlerde tabaklama, kirece yatırmayla yapılıyormuş. Doğu Avrupalı halklar, batıdakilere göre prehistorik yaşam tarzını daha uzun süre yürütmüş olan insanlar. Mezopotamya’da ya da Anadolu’da şehirleşme gerçekleşmiş. Artık yavaş yavaş insanlar avcı-toplayıcı yaşam tarzından uzaklaşıp yerleşik tarıma ve hayvancılığa dayalı yaşam tarzlarını sürdürmüşler. Ama Avrupa’dakiler avcılık toplayıcılığın yoğun olduğu yaşam tarzını devam ettirmişler. Dolayısıyla bu tip toplumlarda deri işlemeciliğinde uzmanlaşmış olmaları gerekiyor. Deri bulmadık ama bu kireç çukurlarını bulduk ve böyle bir evin yanında bulduk, belki ürettikleri deri ürünleri ile burada ticaret yapıyorlardı. Bu da ilginç bir sonuç” dedi.

Açıklama yok.
 
“ÖNCEKİ YILLARDA TESPİT ETTİĞİMİZ SAVUNMA SİSTEMİYLE ALAKALI YAPILARI ARAŞTIRMAYA DEVAM EDECEĞİZ”
Sazcı, bu seneki öncelikli planlarından şu şekilde bahsetti: “Pandemi olmadan önceki planımız yerleşimi orta kısımlarına doğru genişlemekti yaptığımız araştırmalarda yöneticiye ya da olası yönetici sınıfın yapılarına ulaşmayı hedefliyorduk fakat çalışma personelimiz kısıtlı olduğu için çalışma alanımızı da daraltmak durumunda kaldık. Bu sene, önceki yıllarda tespit ettiğimiz savunma sistemiyle alakalı yapıları araştırmaya devam edeceğiz. Büyük bir ölçüde köyün kuzey batı kısmında çıkartmıştık. Onun güney batı aksını de araştıracağız. Bir de Balkan kavimlerinin ağırlıklı olarak yaşadığı bir erken demir çağı tabakamız var onu da araştıracağız.“
 
“ÖNCE HAYAL İLE BAŞLAR, SONRA GERÇEĞE DÖNÜŞÜR”
Sazcı, ileri tarihlerde Eceabat’ta Maydos buluntularının ve bu bölgedeki diğer yerleşim yerlerinde ortaya çıkan buluntuların sergilendiği bir müze olmasını hayal ettiğini de ekleyerek “Bu bölgedeki kazılardan çıkan buluntuların hepsi daha önce Çanakkale Merkez’deki arkeoloji müzesinde sergileniyordu şimdi orası kütüphane oldu. Artık Troya Müzesinde sergileniyor. Müzede Maydos'la alakalı bir vitrin var. Fakat bu vitrinimiz oldukça mütevazı. Müze müdürü Rıdvan Gölcük ile bu konuyu görüştük, onu daha da zenginleştireceğiz. Müzedeki vitrinin yetersiz olmasının sebebi ise, o zamanki küratör tarafından müzenin konsept planlanırken kazımızın ilk yıllarına denk gelmesiydi. Maydos kazısı uzun süreli bir iş olduğu için, ilk yıllarında çok fazla buluntumuz yoktu ama şimdi onun belki 100 katı buluntumuz var. Daha geniş bir bilgilendirmeyle, daha geniş bir vitrinle Troya Müzesi’nde sergilenecek. Belki ileride bir müze daha Çanakkale’de olur. Genelde öyledir, bir şehirde müze olur, o şehir ve sınırları içerisinde bulunan kazıların buluntuları orada sergilenir. İleride Troya Müzesi sadece belki Troya’dan çıkan buluntuların ya da ilişkili yerlerin buluntuların sergilendiği bir müze olarak kalır. Belki de ileride Eceabat’ta da Maydos buluntularının ve bu bölgedeki diğer yerleşim yerlerinde ortaya çıkan buluntuların sergilendiği bir müze olur. Önce hayal ile başlar, sonra gerçeğe dönüşür. Troya Müzesi de öyle olmuştu, Korfmann'ın hayaliydi. 20 yıl kazdı ve hayal etti. Sağlığında göremedi, belki bende göremem ama daha sonra oldu. Önce hayal etmek lazım” dedi.
 
Sevi Gözay UĞURLU