Yaşam Koçu Bilinçaltı Dönüşüm Uzmanı Oya Özer, yaptığı konuşmaya kendini tanıtarak başladı. Özer, “Yaşam koçu bilinçaltı dönüşüm uzmanıyım. Koçluk eğitimleri veriyorum aynı zamanda. ‘Vazgeçme Kendinden’ isimli bir kitabım var. Yazar demek bana hoş gelmiyor, o yüzden bir yol arkadaşı olarak yazdığım bir kitap. Benim ulaşamadığım her yerde, bir şekilde ulaşsın istiyorum herkese. Bu şekilde İstanbul ve Çanakkale bağlantılı olmak üzere dönüşümlü çalışıyorum. Genelde konularımız bilinçaltıdır. Sıkıntı, takıntı olarak gördüğümüz ve altında değersizlik, kaybetme korkularımızın, özgüven eksikliğimizin ve kendimizde besleyemediğimiz sevgilerden dolayı yaşadığımız mutsuzlukların bir şekilde bakış açımızı değiştirerek kişinin kendisini fark etmesini sağlayalım diyebiliyorum ben kısacası” şeklinde konuştu.
 
“FARKINDA OLMADAN O KADAR DIŞ KOŞULLARA BAĞLI YAŞIYORUZ Kİ…”
Günümüz problemlerine değinerek, buna dair bakış açısından bahseden Özer, “Fark ettiğimiz şey çok dış koşullara bağlı yaşadığımız. Aslında hayatın içinde. Tabii ki stres hayatımızın bir parçası. Ama bizler bunu farkında olmadan o kadar dış koşullara bağlı yaşıyoruz ki, dolayısıyla bu dışarıya bağımlılık durumuna geldiği için bir süre sonra kendimizden uzaklaştığımızı fark ediyoruz ve kendimize yabancılaşıyoruz aslında en önemlisi. Kendi içimizdeki güçlü yanlarımızı görmekten uzaklaşıyoruz. Sanıyorum bu da en büyük depresyon ve psikolojik hastalıkların, fiziksel hastalıklarımızın altında yatan nedenler. Benim için günümüz koşullarındaki en büyük problem kişinin kendinden tamamen uzaklaşması aslında. Hayat devam ediyor ama hayatın içinde sen olmadığın sürece hayat başkalarına göre devam eder. Ve bu başkalarına göre devam eden hayatın içinde sen olmazsın. Seninle ilgili kararları başkaları ver, sen başkalarına göre yaşarsın ve yapmak istediklerini yapamadığın, kendini ertelediğin ötelediğin için de bir süre sonra kendine öfkelenmeye başlarsın. İşte biz buna değersizlik diyoruz ve bir süre sonra bu değersizlik duygumuzdan da farkına varamadığımız bir öfke kontrolü olmayan, kontrol edemediğimiz bir öfke diyelim migren hastalıklarımız, fiziksel hastalıklarımız, depresyonu hiç saymıyorum bile o kadar dilimize pelesenk olmuş bir kelime ki, dolayısıyla bu hastalıkların altında yatan tek şey kendi içimizdeki kaynaktan uzaklaşıyoruz olmamız” diye konuştu.
 
“BİZ HASTA OLMAYI DA ÇOK SEVEN BİR TOPLUMUZ”
“Biz hasta olmayı da çok seven bir toplumuz. Çünkü hasta oldukça başkalarından ilgi ve değer görüyoruz, daha çok onay alıyoruz” diyen Oya Özer, “Sanıyorum ki sosyolojik olarak da baktığımız zaman insanların bu kadar çok hastanelerde zaman geçiriyor olmasının altında grup, birlikte olmak ve acısını paylaşıyor olmaktan ortaya çıkan enteresan bir durum. Buna ihtiyaç duyuyor muyuz, evet duyuyoruz. Çünkü içimizde çok yalnızız” ifadelerini kullandı.
 
“HİÇ KİMSE KENDİNDEN KAÇAMAZ”
Evlilik problemlerine de değinen Özer, “Evlilik problemleri, ilişki problemleri aslında hayatımızın tek problemi diyebilirim. İlişki üzerine kurduğunuz bir hayatta kendi merkezinizden uzaklaşıp sürekli karşımızdaki insana bir değer biçiyoruz ve o değerin etrafında ona göre de bir dönme hali yaşıyoruz. Dolayısıyla bu durumun içerisine baktığımız zaman kişi yine kendi olmaktan uzaklaşıyor. Şöyle bir durum vardır, ilişkinin en başlarında top yaptığımız o enerjiyi aşk zannederiz ya, her şeyi her şekilde veririz. Bu aşk değil. Bu biraz kimyayla ilgili bir durum. Çünkü enerjimiz, kimyamız, serotonin çok yükseldiği zaman içinizdeki coşku hazlarınızı yükseltiyor ve dolayısıyla sizler de yani bizler de ilişkide coşkuyla hareket ederiz ama kendimizden uzaklaşırız. Zannederiz ki bu hep böyle devam edecek ama bir süre sonra o sevgi yavaş yavaş kendine inmeye başlar ve gerçekler ortaya çıkarır açıkçası. Çünkü hiç kimse kendinden kaçamaz. Kendimiz olmak zorundayız ama en başından olduğumuz gibi olsak, maskelerimizi çıkartarak olduğumuz hali göstersek ilişkide belki de en başından en doğrusunu yapmış oluruz. Sonrasında yaşanılan işte o kıskançlık dediğimiz, aldatmaya kadar giden ilişki problemleri diyelim, işte altında yatan cinsel problemlerin hepsinin altında konuşamamak, kendini anlatamamak ve karşındakini anlamamaktan geçiyor. Yani asıl problem, ilişkideki bütün problem aslında baktığımız zaman biraz iletişimsizlik” dedi.
 
“SÜREKLİ HAKLI OLMA İHTİYACIMIZI GÖSTERİYORUZ”
İletişimsizlik konusunu açan Oya Özer, iletişimin tek anahtarının dinlemek olduğunu vurguladı. Özer, “Biz konuşuyoruz, çok konuşuyoruz. Konuştuğumuzun altında da hatta bugün bir paylaşım yaptım. Sürekli haklı olma ihtiyacımızı gösteriyoruz. Dolayısıyla haklı olmak biraz kendinle inatlaşmaktır. Bunun nedeni nedir, altında yatan özgüven eksikliğidir. Ve dolayısıyla iletişimdeki en büyük problem dinlemekten öte empati yapmaktan öte haklı olmak için bir mücadele içine girdiğimiz oluyor. Bu savaşın içinde de iki tarafta bu sefer haklılığını ortaya koymak isterse nasıl bir çatışma çıkar, düşünebiliyor musun? Ne oluyoruz bu sefer? Birbirimizden uzaklaşıyoruz, değerden uzaklaşıyoruz. Bir süre sonra öfkeler birikmeye başlıyor. Onları halının altına kapatıyoruz, kaybetmeye çalışıyoruz, görmezden geliyoruz ama hiç olmadık yerde onlar ortaya bir yerden çıkıyorlar. Bu sürecin en başında belki de problem ne olursa olsun, çok küçük olsun hiç önemli olmasın olay oturup konuşabilmek” dedi.
 
“BURADA ÇOCUKLARIMIZLA GEÇİRECEĞİMİZ ZAMAN, KALİTELİ ZAMAN ÖNEMLİ”
Özer, örnekler vererek, şu ifadelerde bulundu: “Bir de şu var mesela biz annelerimize babalarımıza bu çok konuşulduğu için bunu hemen araya sıkıştırmak istiyorum, annelere babalara baktığımız zaman onların yaşam tarzı farklıydı. Biz biraz daha sanki o döneme yakınız, bizim çocuklarımız sanki bizden ne bileyim başka bir yüz yılda yaşıyor tarzındalar ve o çocukları biz yetiştirdik. Bizi de annelerimiz, babalarımız yetiştirdi? Şimdi anneler babalar bizi yetiştirdi. Biz biraz daha kanaatkarız, biraz daha çalışkanız, biraz daha hayata tutunabiliyoruz çok şeyi dert etmiyoruz belki. Ne bileyim sebeplerimiz var. Ama gençlerde öyle değil. Evlilik yürümüyor, çalışma yok, iş yok ya da iş yapabilme çabası yok, derman yok. Sürekli müzik dinleyeyim, sürekli internetim olsun, cebimde param olsun, altımda arabam olsun. Maalesef ki yanlışı yapan anneler ve babalar. Ben de iki çocuk yetiştirmiş bir anneyim, hala da yetiştiriyorum. Bizler belki ara nesil olarak anne ve babadan, onların emeğinden, onların fedakârlığından, kendilerinden hani belki de bize verdikleri emek ve değer noktasında çok şey alabildik alabildiğimiz kadarıyla. Alamadığımız da var belki. Ama çocuğun da işte bilinçaltında dediğimiz zaman oraya baktığımız zaman ortadaki problem belki de çocuğun şimdi nesil olarak karşılaştırma yapalım anneden alamadığı sevgi ve güven eksikliğinde çocuk yetişkin olduğunda hayatında hep problem yaşar. Bizler biraz daha bunu sanıyorum ki doyarak aldık çünkü annelerimiz belki çalışan anneler değildi. Şimdi diyeceksin ki çalışıyoruz Oya burada vicdan azabı mı yapalım? Hayır o da değil. Çünkü çok ince bir nokta çalışan anne olmanın getirmiş olduğu, modern dünyanın annesi olmanın getirmiş olduğu çalışma koşulları. Dolayısıyla burada çocuklarımızla geçireceğimiz zaman, kaliteli zaman önemli. Ve bu zamanın içine maalesef ki anne ve babalar olarak işte iki gün önce bir seans yapmıştım, çocukta yok yok. Her şey alınıyor. Yani bir oyuncak isteniyor ikincisi de alınıyor, istemeden alınıyor. Ne oluyoruz? Yani değer olmadan emek olmadan çocuk kolaylıkla alıp tüketebileceğini öğreniyor. Sanıyorum aradaki fark belki buradan geliyor ve biraz daha hani buradaki çocuğun anneden alamadığı sevgi ve dolayısıyla hissedemediği güven bir şekilde dışardan çocuğun beslenmesine sebep oluyor. Çünkü açlık duygusu, haz duygusu sürekli almayla eğer içeriden alamadıysanız o sevgiyi ve güveni, sürekli dış koşullardan beslenmeye çalışırsınız, maddeyle beslenmeye çalışırsınız. Ki asla da beslenemezsiniz. İleride eğer bu böyle devam ederse elbet nesil olarak problem yaşayacağımız zor zamanlar olabilir diye düşünüyorum.”

Gülçin AKIN